Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979

380.Mektup

380. MEKTUP

MEVZUU:

a) İslâm'ın beş erkânı ile beraber, ehl-i sünnet vel-cemaat akidesinin beyanı.

b) Hak kelimeyi duyurmaya teşvik. Yani zamanın sultanına duyurmaya.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hanıcihan'a yazmıştır.

***

Rahman Rahim ve Allah'ın adı ile.

Allah'a hamd olsun. Selâm olsun, onun seçmiş olduğu kullarına.

İnkıtaa uğrayan dervişlerin adına ikram ve iltifat olarak yollanan mübarek mektup ulaştı. Bu iltifat için Allah'a hamd o Isun.

Bu şüphe ve karışıklıklarla dolu zamanda, kendileri ile münasebet kurulmadığından ellerinde bir şey olmayan bu dervişlere, saadet sahibi zenginlerin tevazuu, onlara inanmaları, bu taifeye karşı güzel yaratılıştı olmaların-

Bunun böyle olması ne kadar büyük bir nimettir. Şöyle ki: Çeşitli alâkaların bulunması, bu devletin husulüne mani olmamış ve dağınık teveccühler onları bu veliler zümresine mahabbetten alıkoymamıştır. Bu durumda yerinde olur ki, tam olarak, bu büyük nimetin şükrü eda edile. Bu arada:

"İnsan sevdiği ile beraber olacaktır" manasına gelen hadis-i nebeviden dahi ümidvar olunmalıdır.

***

Ey necib Said,

İnsanı, öncelikle itikadını düzeltmesi gerek. Bu düzeltme de, fırka-i naciye olan ehl-i sünnet ve'l-cemaatın görüşlerine uygun olarak yapılmalıdır. Allah onların hepsinden razı olsun. Zira onlar, süvad-ı azamdır; cemm-i gafirdir.

Evet, itikad anlatılan manada tashih edilmeli ki, uhrevi felah, ebedi necat tasavvur edile...

Kötü itikad ki, ehl-i sünnet inançlarına muhalefettir; öldürücü zehir durumundadır ve ebedi ölüme, sonsuz azaba götürür.

Amelde müdahane ve onda gevşeklik işinde bir mağfiret ümidi vardır; amma itikadda müdahane işinde asla mağfiret yeri yoktur.

Bir ayet-i kerime meali:

"Allah, kendine şirk koşanı bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar."(4/48)

***

Şimdi, kısa ve öz bir lisanla, ehl-i sünnet itikadlarını sıralayacağız; bunların muktazasına göre, itikadı düzeltmek gerek. Tazarru edip Sübhan Hakka yönelerek, bu devlet üzerine istikamet taleb edilmelidir.

Bilesin ki,

Yüce Allah, kadim zatı ile mevcuttur. Sair eşya ise, onun verdiği vücud ile mevcuddur. Onun yaratması ile, ademden vücuda gelmiştir.

Sübhan Allah kadimdir, ezelidir. Eşyanın tümü ise, yoktan var edilmiştir. . O zat ki, kadim ve ezelidir; baki ve ebedidir. Her ne şey ki, sonradan yaratılmıştır ve geçmişinde adem (yokluk) vardır, o dahi fani ve müstehlektir. Yani zevale yüz tutmuştur.

O Sübhan Zat, birdir, şeriki yoktur; ne vücud vücubunda, ne de ibadet istihkakında. Vücud vücubu, (yani varlığının gerekli oluşu) başkasına lâyık olmadığı gibi, onun gayrına ibadet edilme hakkı dahi yoktur.

O yüce Allah'ın kâmil sıfatları vardır; onlardan bazılan şunlardır: Hayat, ilim, kudret, irade, sem, basar, kelâm, tekvin... (Sırası ile: Diri olmak, bilmek, güçlü olmak, dilemek, işitmek, görmek, konuşmak, yaratmak). Bunların hepsi de kıdem ve ezeliyetle muttasıf olup yüce mukaddes Hazret-i Zat ile kaim bulunmaktadır.

Hadisenin taallukatı, sıfatların kıdemine halel getirmez. Hudusün mutaallıkı dahi, onların ezeliyetine engel olamaz.

Felsefeciler, akıllarının noksanlığından, mutezile ise, körlüklerinden ve azgınlıklarından ötürü mütaallakın hüdusunu, (yani ilgili şeyin) mütaallakın hüdusuna delil saydılar. Kâmil sıfatları nefyederler.

Allahu Teala'nın ilminin cüzi'yata geçmesi tagayyürü gerektirdiği içindir. Bu tagayyür dahi, hüdus emmarelerindendir.

Bilmezler ki, sıfatlar ezeli olur. Onların taallukatı dahi, hadis mütaallakat sebebi ile hadistir. Sıfatların noksanlığı dahi, onun zatından atılmıştır.

Allahu Teala, cevher, cisim, araz sıfatlarından ve onların levaziminden münezzehtir.

Yüce Allah'ın zatında zamanın, mekânın, cihetin yeri yoktur. Zira, bütün bunlar, onun yarattıklarıdır.

Allahu Teala'dan haberi olmayan bir cemaat zannetti ki, Allahu Teala, arşın üstündedir. Böylelikle, onun için üst yanda bir mekân isbat ettiler. Arş ve ondan başkası, onun ihtiva ettikleri tümden hadis olup Allahu Teala'nın mahlukatıdır. Hadis ve mahluk olan bir şey için ne mecal vardır ki; kadim olan yaratıcıya mekân ola, onun için karargah ola. Amma, arş, Allahu Teala'nın en şerefli mahlukudur. Nuraniyet ve safa, mümkinattan diğerlerine nazaran, onda daha ziyadedir. Dolayısı ile, hiç şüphe edilmeye ki, onun için, yüce mir'atiyet hükmü vardır. Yani yüce Yaratıcı'nın azametini izhar etmek için, yüce Zat'ın kibriyası onda açık bir şekilde zuhura gelmiştir. Bu zuhur sebebi iledir ki, onun için şöyle derler:

-Allah'ın arşı...

Halbuki, arş ve diğerleri tümden, Allahu Teala'ya nisbetle aynıdır. Hepsi de onun mahlukudur. Ne var ki, arşta gösterme kabiliyeti vardır; diğerlerinde bu gösterme kabiliyeti yoktur.

Görmez misin ki, bir ayna insanın suretini gösterir; amma o insan için:

-Aynadır, denemez.

Zira, bu insanın aynaya oîan nisbeti, onun aynadan başka eşyalara olan nisbeti gibidir. Yani kendisinin karşısına gelen eşyalara. Aradaki değişiklik, ancak gösterme kabiliyetinin olup olmamasındandır. Şu cihetten ki, aynada sureti alma kabiliyeti vardır; amma bu kabiliyet, ondan başka şeylerde yoktur.

Allahu Teala bir cisim ve bir cisme bağlı değildir. Bir cevher ve bir araz dahi değildir. Ne mahduddur, ne mütenahi. Ne uzundur, ne de enli. Ne kısadır, ne de dar. Elbette, Allahu Teala vasidir. Amma onun bu vüs'atı, bizim fehimlerimizde idrak ettiğimiz vüz'at cinsinden değildir. O her şeyi ihata etmiştir. Amma, bizim idrakimizle anlaşılan bir ihata değil. Allahu Teala, yakındır; amma bizim akıllarımızın aldığı biçimde bir yakınlık değildir. Allahu Teala, bizimledir; amma onun bizimle oluşu bilinen bir beraberlik değildir.

Biz inanıyoruz ki Allahu Teala, vasi, muhit, karib ve o bizimledir. Ne var ki, bu sıfatların keyfiyeti nasıldır, onu bilemiyoruz. Bunlardan yana her ne bilecek olsak biliriz ki, onun için mücessime mezhebinde bir basamağı vardır. Yani o bileceğimizin...

Allahu Teala, hiçbir şeyle ittihat etmediği gibi; herhangi bir şey dahi onunla ittihat etmiş değildir.

Allahu Teala'ya hiçbir şey hulul etmediği gibi; Allahu Teala dahi hiçbir şeye hulul etmiş değildir.

Yüce mukaddes Hakkın zatında, tecezzi, tabauz (bölünüp parçalanma)

iki muhal iştir.

Tahlil ve terkibi dahi o yüce Zat hakkında iki memnun şeydir.

Allahu Teala'nın dengi, kadını, çocuğu yoktur.

Allahu Teala, zatında ve sıfatında keyfiyetten, benzerlikten, misalden münezzehtir. İlmimizin ulaştığı odur ki, Allahu Teala, zatını sena edip vasfettiği kâmil sıfatlan ve isimleri ile mevcuddur. Onlarla mevsuftur. Ne var ki, fehimlerimizle, idrakimizle idrak ettiğimiz, akıllarımızla tasavvur ettiğimiz her şeyden Allahu Teala, ylücedir, münezzehtir. Nitekim, bu manalar daha önce de anlatıldı.

Bir ayet-i kerime meali:

"Gözler, onu idrak edemez."(6/103)

Bir şiir:

Bilgin, masivayı hüccet tutanlar boş;

Mevcud odur, ondan gayrı rabb yok boş...

***

Bilinmesi yerinde olur ki, Allahu Teala'nın isimleri tevkifiyedir. Yani onların ıtlakı, şeriat sahibinden duyulduğu üzeredir.

Hangi isim ki, onun Hazret-i Hakka ıtlakı şeriatte varid olmuştur; işte onun Hazret-i Hakka ıtlakı caizdir. Şayet şeriatta varid olmamış ise, onun ıtlakı da Hazret-i Hakka caiz değildir, isterse o isimde kemal manası münderic olsun. Bu manadan ötürü, şeriatta varid olduğu için:

-Cevvad... ıtlakı caizdir. Amma, şeriatte gelmediği için SAHİ ıtlakı caiz değildir.

***

Kur'an, Allahu Teala'nın kelâmıdır. Harf ve ses libasına girerek, Resulullah Efendimize inzal edilmiştir. Allahu Teala, onunla kullarına emirlerini ve yasaklarını bildirmiştir.

Bizler, nefsi kelâmımızı, ağız ve dil vasıtası ile- harflerin ve seslerin limasında izhar ederiz. Böylelikle de, gizli maksatlarımızı zuhur meydanına çıkarırız. Aynı manaya benzer bir şekilde, Sübhan Hak dahi, nefsi kelâmını kâmil kudreti ile dilin ve ağzın tavassutu olmadan, harf ve ses libasında kullarına kelâmını izhar eder. Gizli emirlerini ve yasaklarını harf ve ses zımnında zuhur meydanına getirmiştir.

Kelâmın her iki kısmı da haktır. Yani nefsi ve lafzi olanları. Her iki kısma da, kelâm ıtlakı hakikat yolludur. Nitekim bizim iki kısım olan nefsi ve lafzi kelamımız dahi hakikat yollu kelâmdır. Birinci kısım hakikat, ikinci kısım kısmın dahi mecaz olduğu manası yoktur. Mecazın nefyi caizdir; ona Allahu Teala'nın kelâm olduğu halde, lafzi kelâmı inkâr etmek küfürdür.

Sair kitaplar ve sahifeler dahi, geçmişteki peygamberlere inzal olunmuşlardır. Resulullah (sav) Efendimiz ve onlara salât ve selâm. O kitapların ve sabitelerin hemen hepsi, Sübhan Allah'ın kelâmıdır.

Kur'an-ı Kerim'e, o kitaplar sahifelere her ne ki dere edilmiştir; onların hepsi Allahu Teala'nın hükümleri olup vakitlere ve zamanlara göre, onları kullarına teklif etmiştir.

***

Hak Teala'yı mü'minlerin, cennette görmeleri cihetsiz, mukabelesiz ve ihatasız olarak haktır. Biz, bu uhrevi rüyete inanırız. Amma onun keyfiyeti ile meşgul olmayız.

Allahu Teala'yı görmek, bir keyfiyete bağlı değildir. Keyfiyet ve misal erbabına onun hakikatinden yana bir şey zahir olmaz. Ondan yana da, imandan başka nasipleri olmaz.

Felsefecilerin, mutezilenin ve diğer bid'atçıların hüsranı ne kadar büyüktür ki, körlükten, mahrumiyetten ötürü, uhrevi olan rüyeti inkâr ederler.

***

Allahu Teala, nasıl kulların yaratanı ise, onların fiillerinin de yaratanıdır. Onlann fiileri ister hayır olsun, ister şer. Bunların hepsi de, Allah'ın takdiri iledir.

Lâkin, Allahu Teala, hayırdan razıdır; serden razı değildir. İsterse, her ikisi de onun iradesi ve istemesi ile olsun. Lâyık olan odur ki, edep icabı, tek başına şer, Allahu Teala'ya bağlanmaya... Meselâ,

-Şerrin halikı, denmeye... Şöyle demek yerinde olur

-Hayrın ve şerrin halikı...

Nitekim ulema, Allahu Teala için şöyle söylenmesine kail olmuştur:

-Allahu Teala, her şeyin halikıdır.

Amma, şöyle demenin yakışmayacağını anlatmışlardır:

-Kazuratın ve hınzırların yaratıcısı.

Zira, yüce mukaddes Hakkın zatına karşı edebe riayet böyle dememeyi gerektirir.

Mutezile, kendilerindeki seneviyetten (bir manada Mecusilik) ötürü, sandılar ki, kulların fiillerinin halikı, kulların kendileridir. Hayrı ve şerri dahi, onlara bağladılar. Halbuki şeriat ve akıl onları tekzib etmektedir.

Evet, ehl-i sünnet uleması, kulun gücünün, yaptığı fiilde dahilini gördüler; onun için, kulda kesbi isbat ettiler. Amma, mürteiş (titreşim-bir manaya göre robot) hareketi ile, muhtar olarak (serbest, hür) hareket eden arasında fark vardır. Zira, irtiaş hareketinde, kudretin ye kesbin dahli yoktur. Amma ihtiyari harekette her ikisinin de dahli vardır. İşte bu kadar farktır ki, muahazeye sebep oldu ve sevabın ve ikabın isbatına yetti.

İnsanlardan pek çoğunun; kudretin, kesbin ve ihtiyarın kulda varlığı üzerine tereddütleri vardır. Sanırlar ki, kul aciz, mustar bir durumdadır. Halbuki onlar, ulemanın muradını anlayamamışlardır. Zira, kudretin ve ihtiyarın kulda, şu manaya gelmez:

Kul, her istediğini yapar; her istemediğini de yapmaz.

Zira, böyle bir şeye kail olmak, kulluktan uzaktır. Onun asıl manası şu demeye gelir:

-Kul, kendisine emir verilen bütün işlerin uhdesinden gelmeye güçlüdür.

Meselâ, beş vakit namazı eda etmeye gücü yeter. Malının kırkta bir zekâtını vermeye gücü yeter. On iki aydan bir ay orucunu tutabilir. Azık ve yol işlerine gücü yeter ise, ömründe bir defa hacca gitmeye gücü yeter.

Üstte anlatılan kıyas, diğer şeri'i hükümler üzerinde yürütülebilir.

Allahu Teala, tam manası ile şefkat ve merhametinden ötürü kulunun zaafına ve iktidarının azlığına bakarak, onun için suhulete ve kolaylığa gitti.

Üstte anlatılan manada gelen ayet-i kerimeler şöyledir:

"Allah, sizin için kolaylığı murad eder; zorluğu murad etmez. "(2/18 5)

"Allah sizden hafifletmeyi diler; insan zaif yaratılmıştır."(4/28)

Yani Allahu Teala, güç ibadet tekiflerini size hafifletmek murad eder. İnsanın yaratılışı zayıftır; şehevi arzularına karşı sabredemez. Ağır tekliflere de gücü yetmez.

***

Peygamberler, Sübhan Hakkın elçileridir. Halka gönderilmişlerdir ki, onları yüce Zatına davet edip onları dalâletten çıkarıp hidayet yoluna götü-reler. Onların davetini kabul eden herkesi, cennetle müjdelerler. Kendilerini inkâr edenleri dahi, cehennem azabı ile tehdid ederler.

Onların yüce Hak tarafından tebliğ edip bildirdikleri doğrudur; haktır. Onda yalan şaibesi yoktur.

Peygamberlerin sonuncusu, Allah'ın Resulü Muhammed'dir. Onun getirdiği din dahi, geçmiş dinlerin hepsini neshedip hükümsüz bırakmaktadır. Onun getirdiği kitap geçmiş kitapların en faziletlisidir.

Onun şeriatı mesholmaz; kıyamete kadar bakidir.

İsa (as) yere inecek ve Resulullah (sav) Efendimizin şeriatı ile amel edecektir; onun ümmeti arasına girecektir.

Resulullah (sav) Efendimizin ahirete dair verdiği haberlerin hepsi haktır. Meselâ, kabir azabı, lahd sıkıntısı, orada Münker Nekir'in sorgusu. Bu arada; alemin fena bulacağını, semaların yarılacağım, yıldızların döküleceğini, yerin ve dağların zevalini, onların parçalanmalarını, haşri, neşri, ruhun cesede iadesini, kıyamet sarsıntısını, kıyamet günü sıkıntılarını, amellerin hesabını yapılan amellere duyguların şehadetini, sağdan soldan gelecek iyi kötü amel defterlerini, artık eksik yanlarının bilinmesi için iyiliklerin ve kötülüklerin tartılmasına mizan kurulmasını sayabiliriz. Hasenat gözü ağır gelir ise, necat alâmetidir; hafif gelir ise, hüsrana alâmettir. O mizanın ağırlık ve. hafiflik değerlendirilmesi dünya mizanı değerlendirilmesinin aksinedir. Orada yüksekte kalan göz, ağır olur; aşağı düşen göz ise, hafif kalır.

***

Başta enbiyanın, ikinci olaraktan da; salih kulların mü'minlerin asilerine Malik-i Yevmiddin olan yüce Sultan Zat'ın izni ile şefaatları sabittir. Bu manada Rasulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu: Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenleredir."

***

Sırat köprüsü, cehennem üstüne kurulacaktır. Mü'minler, onun üzerinden geçip cennete gideceklerdir. Kâfirlerin dahi, ayaklan kayar; oradan cehenneme düşerler.

***

Cennet mü'minlerin nimetlendirilmesi için hazırlanmıştır. Cehennem dahi, kâfirlere azab edilmesi için hazırlanmıştır. Her ikisi de, şu an yaratılmışlardır. Sonsuzlara kadar da baki kalacaklardır; fani olmazlar.

Mü'minler muhasebe edildikten sonra, cennete girince orada daim kalırlar; oradan çıkarılmazlar.

Küffar dahi, cehenneme girdikten sonra, orada daim kalırlar. Sonsuzlara kadar orada azab görürler. Onlar için azabın hafifletilmesi caiz değildir. Bu manada bir ayet-i kerime şöyledir:

"Onun içinde ebedi kalacaklardır. Onlardan azabı hafifletilmez. Kendilerinin yüzlerine de bakılmaz."(2/162)

Kalbinde zerre miktar imanı olan bir kimse, masiyette ifratı sebebi ile cehenneme girerse, isyanı kadar orada azab görür. Sonunda çıkar. Kâfirlerinki gibi onların yüzleri kararmaz. İmanına hürmeten, kendisine bukağı ve zincir vurulmaz. Yani kâfirlere olduğu gibi.

***

Melekler, Sübhan Allah'ın mükerrem kullandır. Allahu Teala'nın onlara emrettiği şeye asi gelmezler. Emrolunduklarını yaparlar. Kadınlık, erkeklik vasıflarından beridirler. Tevalüd ve tenasül onlar hakkında yoktur.

Allahu Teala, onlardan bazılarını, elçilik vazifesi için seçmiş; vahiy tebliği ile şereflendirmiştir. Enbiyanın kitaplarını ve sahifelerini getiren bunlardır. Onlara salât ve selâm olsun.

Bunlar, hatadan ve halelden mahfuzdurlar, düşmanın hilesinden ve mekrinden masumdurlar.

Onların, Allah tarafından tebliğ ettiklerinin hepsi de doğrudur; tamamdır. Onda hata ve şüphe ihtimali şaibesi yoktur.

Bu büyükler, yüce Hakkın azametinden korkarlar. Onlar için, yüce Allah'ın emrini yerine getirmekten başka meşguliyet yoktur.

***

İman, kalb ile tasdik, dil ile de ikrardır. Yani tevatür ve zaruret olarak, dinden yana bize tebliğ edilenlere.

Duygularla amel etmek, imanın kendisinden hariçtir. Lâkin, bu ameller imanda kemali artırır; ona güzellik getirir.

İmam-ı Azam Kûfi (rh) şöyle dedi:

-İman, ziyadeyi ve noksanı kabul etmez.

Zira, kalben tasdik, kalbin yakininden ve onun iz'anından ibarettir. Onda ziyadelik ve noksanlık için bir değişiklik olma mecali yoktur. O ki, tefavüt kabul eder; o şey, zan ve vehim dairesine dahildir.

İmanın kemali ve noksanı taat ve hasenat itibarına göredir. Taat arttıkça, imanın kemali de artar.

Avam mü'minlerin imanı, enbiyanın imanı gibi olamaz. Onlara salât ve selâm olsun. Zira, onların imanı, kemal zirvesine ulaşmıştır. Bu da, taata iktiran sebebi iledir.

Avamın imanı, kemalin kendisinden nice merhale uzaktır; onun zirvesine ulaşmak şöyle dursun; isterse, her iki zümrenin imanı da tasdikte müşterek olsun. Ne var ki, enbiyanın imanı, taata geçtiğinden bir başka hakikat arız olmuştur. O kadar ki, avamın imanı, o imanın sanki bir ferdi dahi değildir. Her iki iman arasında bir benzerlik ve ortaklık dahi yoktur.

Görmez misin ki, her ne kadar insaniyetin kendisine, avam mü'minlerin enbiya ile iştiraki olmasına rağmen; bir başka kemalât, enbiyayı yüksek derecelere ulaştırır. Onlar için, bir başka hakikat isbat eylemiştir. O kadar ki onlar, müşterek oldukları hakikatin dışındadırlar. Belki de asıl insan onlardır. Onlara göre avam ise, NESNAS hükmündedir.(NESNAS: Bir manaya göre, denizde veya bir adada bulunan mahluktur. Şekli insan şekline benzer. Amma, onlardan her birinin bir eli, bir ayağı, yarım başı ve bir gözü vardır. Bu kelime burada şu manaya kullanılmış olabilir: Yarım adam...)

***

İmam-ı Azam şöyle dedi: -Ben, hakka (gerçekten) mü'minim. İmam-ı Şafii ise, şöyle dedi: -İnşaallah ben mü'minim.

Allahu Teala her ikisine de rahmet eylesin. Her iki cümlenin de, bir tevil ciheti vardır. Hal itibarı ile caizdir ki:

-Ben, hakka (gerçekten) mü'minim, söylene... Sonuç ve gelecek itibarı ile de:

-İnşaallah ben mü'minim, demek sahih olur. Ne var ki, hangi şekilde olursa olsun, istisna suretinden kaçınmak gerek.

Masiyetleri intikap etmek, büyük günah olsa dahi, mü'mini imandan çıkarmaz; küfür dairesine sokmaz. Şöyle anlatıldı:

-İmam-ı Azam, ulemadan bir topluluk ile oturuyordu. Bir şahıs geldi ve şöyle dedi:

-Haksız yere babasını öldürüp başını koparan, onun kafa tasında şarab içtikten sonra anası ile de zina eden fasık bir mü'min için ne dersiniz? Bu kimse, mü'min midir, yoksa kâfir mi?

Ulemadan her biri tek tek konuştu. Amma doğru olmayan bir şekilde. Hepsi de yanıldılar. Bu arada İmam-ı Azam şöyle dedi:

-O kimse mü'mindit. Bu büyük günahları işlemek, onu imandan çıkarmaz.

İmam-ı Azam'ın bu sözü, ulemaya ağır geldi. Kendisine dil uzatıp sataştılar. Ne var ki, İmam-ı Azam'ın sözü doğru olduğundan, sonunda hepsi de kabul edip o sözün gerçek olduğunu itiraf ettiler.

Asi olan mü'min, can boğaza gelmeden evvel tevbeye muvaffak olur ise, tevbenin kabulü vaad edildiği için, onun için büyük bir necat ümit ederiz. Eğer tevbe edip Allah'a dönmek şerefine nail olmazsa, onun için Allah'a kalır; dilerse affedip cennete koyar, dilerse masiyeti kadar onu cehennem azabına veya başka bir azaba atar. Ne var ki, onun işi, sonunda necata vanp geleceği de cennettir. Zira, ahirette Allah'ın rahmetinden mahrum kalmak, müfür ehline mahsustur. Amma, zerre miktar imanı olan, mağfirete ve rahmete müstahak olur. Her ne kadar masiyet illeti sebebi ile kendisine başta rahmet ulaşmasa da, Sübhan Allah'ın inayeti ile sonunda rahmet şümulüne girer.

Bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, bize hidayet ettikten sonra kalblerimizi kaydırma... Katından bize rahmet hibe eyle. Sen hibesi en bol olansın."(3/8)

***

İmamet ve hilâfet bahsi, ehl-i sünnet katında her ne kadar dinin asıl meselelerinden değil; itikada dahi taalluk etmemekte ise de; lâkin Şia bu babda azıtıp ifrata ve tefrite düştüklerinden dolayı ehl-i sünnet uleması bu bahsi zaruri olarak, kelâm ilmine katıp işin hakikatini beyan ettiler.

Hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimizden sonra hak üzere imam, mutlak halife Hazret-i Ebu Bekir Sıddık, sonra Hazret-i Ömer'ül-Faruk, sonra Osman Zinnureyn, daha sonra Ali b.Ebi Talib'dir. Allah onların hepsinden de razı olsun. Bunların daha faziletli oluşları dahi, bu hilâfet tertiplerine göredir.

Hazret-i Ebi Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in daha faziletli oldukları, sahabenin ve tabiinin icma kararı ile sabittir. Nitekim, böyle olduğu, imamların büyüklerinden nakledilmiştir. Onlardan biri de, İmam-ı Şafii'dir.

Ehl-ü sünnetin reisi, Şeyh Ebü'l-Hasan Eş'ari şöyle dedi:

-Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in kalan ümmet üzerine daha faziietli olduğu kafidir. Bunu, ya cahil olan inkâr eder yahut mutaassıp.

Allah onlardan razı olsun.

Hazret-i Ali (ra) dahi söyle dedi:

-Bir kimse, beni Ebu Bekir ve Ömer üzerine daha faziletli görür ise, o müfteridir. İftiracıların dövüldüğü gibi, onu kamçı ile döverim.

Şeyh Abdülkadir Geylani Allah sırrının kudsiyetini artırsın, dahi GUNYE adlı kitabında, Resulullah (sav) Efendimizden naklederek şöyle dedi:

"Semaya çıkarıldığım zaman, Sübhan Allah'tan diledim ki: Benden sonra, Ali b.Ebi Talib'i halife kıla... Bunun üzerine, melekler şöyle dedi:

-Allah'ın dilediği olur; senden sonra halife Ebu Bekir'dir."

Hazret-i Ali'nin (ra) dahi şöyle dediğini Hazret-i Şeyh anlattı:

-Resulullah (sav) Efendimiz, dünyadan ayrılmadan evvel, benden şu yolda söz aldı:

"Benden sonra Ebu Bekir halife olur; sonra Ömer, sonra Osman, ondan sonrada sen olacaksın."

Allah onların hepsinden razı olsun.

İmam-ı Hasan, Imam-ı Hüseyin'den daha faziletlidir. Allah ikisinden de razı olsun.

Ehl-i sünnet uleması, Hazret-i Aişe'yi, Hazret-i Fatıma'dan ilim ve içtihadda daha faziletli bulunmaktadır. Şeyh Abdülkadir Geylani, -sırrı mukaddes olsun- GUNYE adlı eserinde Hazret-i Aişe'yi Hazret-i Fatma'dan önde görmektedir. Allah onlardan razı olsun.

Fakir'in inancı da odur ki: Hazret-i Aişe, ilimde ve ictihadda daha ileri olup, Hazret-i Fatıma dahi zühdde ve inkıtada daha kıdemlidir. Bunu mana icabı olarak, Hazret-i Fatıma için:

-Betul, denmiştir. Bu lâfız, inkıtada müblağayı ifade eder.

Hazret-i Aişe, ashabın fetva mercii idi. Bilmek işinden, onlar her ne gibi bir müşkilleri olsa, onun halli Hazret-i Aişe'de idi. Allah onların hepsinden razı olsun.

Cemel ve Sıffıyn muharebesi gibi, ashab-ı kiram arasında vukubulan münazaa ve muharebelere gelince, yerinde olur ki, bunlar, doğru yoldan iyiye yorula... Bu hususta, ashab-ı kiram, nefsani hevseten ve taassuptan (batıl saplantıdan) uzak görüle... Zira, o büyüklerin nefisleri, Resulullah'ın (sav) sohbeti ile heva ve hevesten tezkiye edilmiştir; kinden ve hasetten dahi temizlenmiştir.

Eğer onlardan bir musalâha vaki olmuş ise, Hak içindir. Şayet onlardan bir münazaa ve çekişme zuhur etmiş ise, bu dahi yine Sübhan Hak içindir.

Onlardan her fırka, kendi içtihadının muktazasına göre amel etmiştir. Heva ve taassup şaibesi olmadan muhalif işleri kendi nefislerinden atmışlardır.

Onlardan her kim, içtihadında isabetli ise, onun için sevab olarak iki derece vardır. Hatalı olan için dahi, sevab olarak bir derece vardır. Bu içti-had işinde, yanılan dahi, yanılmayan gibi ayıplanmaktan uzak görülmektedir; hatta onun için, sevab derecelerinden bir derece vardır.

Ulema, bu manada şöyle dedi:

-Bu muharebelerde, hak Hazret-i Ali tarafından idi. Muhaliflerde dahi, doğrudan bir tarafta idiler.

Durum böyle olunca, taana uğramayacakları gibi; onları ayıplamanın yeri de yoktur.

Onlar küfür ve fısık nisbeti bir yana. Nitekim, bu manada, Hazret-i Ali (ra) şöyle dedi:

-Kardeşlerimiz bize karşı geldiler; amma onlar ne kâfir idi ne de fasık. Çünkü, onlardan küfrü ve fışkı atacak tevil yolları vardı. Bu manada, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:

"Bilhassa, ashabım arasında geçenlere karsı kendinize sahip olunuz."

Yerinde oldu ki, Resulullah (sav) Efendimizin tüm ashabına tazim edile. Onların hepsi de hayırla anıla... Onlardan hiçbirine kötü zan beslenmeye. Onların münazaası, başkalarının müsalahasından daha faziletli görüle... işte necat ve felah yolu budur.

Zira, Resufullah'ın (sav) ashabına karşı beslenen sevgi, Resulullah (sav) Efendimize olan sevgi sebebi iledir. Onlara beslenen buğuz ise, Resulullah (sav) Efendimize buğza çeker. Bu manada, büyüklerden biri şöyle dedi:

- Resulullah (sav) Efendimizin ashabına tazim etmeyen, Allah'ın Resulüne iman etmemiştir.

***

Muhbir-i Sıddık Resulullah (sav) Efendimizin haber verdiği kıyamet alâmetlerin hepsi haktır. Onlarda yalan ihtimali yoktur. Onlar arasında şunlar vardır:

Alışılmışın aksine, güneşin mağripten doğması,

Mehdinin zuhuru,

Ruhullah İsa'nın nüzulü. Resulullah Efendimize ve ona salât-ı selâm. Deccalin çıkması,

Ye'cuc ve Me'cuc'un zuhuru,

Dabbe-i arzın çıkması,

Semadan bir dumanın zuhuru ile, insanlan kaplayıp onlara elim bir azalb ile azab etmesi. O kadar zorlanacaklardır ki, artık insanlar şöyle diyecekler:

"Rabbimiz, bizden azabı aç; biz mü'minleriz."(44/12)

Kıyamet alâmetlerinin sonuncusu odur ki, Aden tarafından bir ateş çıkacaktır.

Cehaletten dolayı, Hindistan ehlinden bir şahıs, kendisi için:

-Mehdi, iddiasında bulundu diye, onu vaad edilen mehdi sandılar.

Onların zannına göre, mehdi vefat etti; geçti gitti. Onun kabrinin dahi Kurre'de olduğunu iddia ederler. Halbuki, bu babda gelen sahih hadis-i şerifle meşhurdur. Hatta, tavatür-ü manevi derecesinde olup taifenin sözlerini tekzib etmektedir.

Resulullah (sav) Efendimizi, Mehdi'nin alâmetlerini beyan etmiştir. Bu alâmetler, o şahısta olmadığı halde, onu Mehdi sanmaktadırlar. Bir hadis-i şerifte şöyle gelmiştir:

"Mehdi çıkacaktır. Başının üstünde de bir parça bulut olacaktır. Orada da bir melek bulunacak ve şöyle nida edecektir:

-Bu şahıs, Mehdi'dir kendisine tabi olunuz."

Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:

"Tüm olarak, yeryüzünün meliki dört tanedir. Onların ikisi mü'minlerden, ikisi de kâfirlerdendir.

Zülkarneyn ve Süleyman mü'minlerdendir.

Nemrud ve Buhtunnasır ise kâfirlerdendir.

Yere, beşinci olarak ehl-i beytimden biri sahip olacaktır."

Yani Mehdi.

Resulullah (sav) Efendimiz bir başka hadis-i şerifinde şöyle buyurdu:

"Allahu Teala, ehl-i beytimden birini çıkarmadıkça, dünya çökmeyecektir. Onun ismi ismime uyan babasının ismi dahi babamın ismine uyar. Daha önce zulüm ve adaletsizlik dolduğu gibi, onun gelmesi ile dünya adalet ve hakların yerini bulması ile dolar."

Bir başka hadis-i şerifte ise, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu: "Ashab-ı kehf, İsa'nın yardımcıları olacaklardır.

İsa (as) Mehdi zamanında yere inecektir. Mehdi, Deccalin katlinde İsa'ya (as) muvafakat eder.

Onun saltanatı zamanında, Ramazan ayının on dördünde güneş tutulacaktır; o ayın ikisinde ise, ay kararacak. Bunların oluşu, âdetin ve müneccimlerin hesabı hilâfına olacaktır.

Şimdi, insaf edilmelidir. İnsaf nazarı ile bakılmalıdır. Bu alâmetler, o ölü şahısta var mıdır, yok mudur?

Muhbir-i Sadık Rasulullah (sav) Efendimiz tarafından bildirilen, daha çok alâmetler vardır ki, anlatılanlardan başkadır.

Şeyh İbn-i Hacer, Mehdi'nin alâmetleri üzerine bir risale yazdı ki, onlar iki yüz alâmeti bulur.

Vaad edilen durumu, bu açık bir şekilde iken, son derece cehaletlerinden ötürü bir cemaat dalâlete saplandı. Sübhan Allah onlara doğru yolu göstersin.

***

Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:

"İsrailoğullan, yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Onlardan biri müstesna, hepsi de cehennemdedir.

Ümmetim dahi, yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Onların da hepsi cehennemdedir; ancak biri müstesna..."

Dediler ki:

-Bu fırka-i naciye kimdir, ya Resulallah?

Bunun üzerine, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:

"Onlar, ben ve ashabımın üzerinde bulunduğu hal üzere olanlardır."

Burada anlatılan fırka-i naciye, ehl-i sünnet ve'l-cemaattır. Onlar, Resulullah (sav) Efendimizin mütabaatını ve onun ashabının mütabaatını bırakmayanlardır.

Allah'ım, ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadı üzerine bize sebat ver. Bizi onların zümresi ile öldür; bizi onlarla haşreyle...

Dua makamında bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, bize hidayet ettikten sonra, kalblerimizi kaydırma. Katından bize rahmet hibe eyle. Çünkü, hibesi en çok olansın."(2/8)

***

İtibadı, anlatılan manada düzelttikten sonra; mutlaka emirlere ve yasaklara imtisal etmek lâzımdır. Bunlar, şer'i olup amele taalluk eden işlerdir.

Beş vakit namazını, cemaatle, tadil-i erkânına riayet ederek, eda etmelidir.

Küfürle İslâm arasını ayırd eden, bu namazdır. Namazı, sünnet olduğu üzere eda etmek müyesser olur ise, dinde sağlam bağa yapışmak hasıl olur.

Namaz, İslâm dininin beş esasından ikincisidir.

Birincisi, Allah'a ve Resulüne iman olup ikincisi namazdır. Üçüncüsü zekât vermektir. Dördüncüsü, Ramazan ayı orucunu tutmaktır. Beşincisi, Allah'ın beytini haccetmektir.

Birinci asıl, itikada taalluk eder. Kalan dört asıl ise, amele taalluk etmektedir.

Tüm ibadetlerin en şümullüsü, toplu mana ifade edeni, en faziletlisi namazdır.

Kıyamet günü, ilk hesap, namazdan olacaktır. Namaz işi tamam olduktan sonra; kalanların hesabı Allah'ın yardımı ile kolay geçer.

İmkân nisbetinde, şer'an mahzurlu olan şeylerden sakınmak gerekir. Yüce Mevlâ'nın razı olmadığı şeyleri, öldürücü zehir görmelidir.

Taksirat maddelerini, daima göz önünde bulundurmalıdır. Onları irtikab ettiğinden ötürü, daima utanır ve içten ezilir bir durumda olmalıdır; yani o masiyetleri irtikab ettiğinden ötürü. O yersiz işleri yapıp ettiği için, pişman ve mütahassir olmalıdır. Kulluk yolu budur. Bu yolda başarı ihsan eden Allahu Taala'dır.

O kimse ki, hiç sakınmadan Mevlâ'sının yasak ettiği işi irtikab eder; bu yaptığı işten iç ezikliği duyup utanmaz; o kimse, şerli ve itaatsiz bir kimsedir. Onun bu ısrarı ve itaatsizliği başını İslâm bağından sıyırmaya ve kendisini düşmanlar dairesine sokmaya kadar gider.

Dua makamında bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, bize katından rahmet hibe eyle. İşimizde, bizim için bir çıkar yol hazırla."(18/10)

***

O devlet ki, Sübhan Allah seni onunla mümtaz kılmıştır; insanların pek çoğu ondan gafildir. Hatta onu, sen dahi aynı şekilde bilmiyorsun. Şöyle ki: Vaktin Sultanı, yedinci ceddinden itibaren Müslüman ve ehl-i sünnet olup aynı zamanda Hanefi Mezhebine mensuptur.

Her ne kadar talebe-i ulumdan bazıları senelerden beri iç habasetinden dolayı tamah şumluğu dolayısı ile emirlere ve sultanlara şu zamanlarda yaklaşsalar da -ki bu zaman, kıyametin yaklaştığı, nübüvvet zamanından dahi bir hayli uzaktır- mutayebe ve müdahene yolu ile Dini-i Metin'de onları şekke düşürüp onda şüpheler izhar ettikten sonra akılsız ahmakları yoldan saptırmış olsalar dahi; böyle şanı büyük bir sultan sizin sözünü iyi dinleyip kabul ettiği için, büyük bir devlet saymak gerek. Hak kelimesi, yani İslâm kelimesi ona tebliğ edilmelidir. Bu kelime, Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin ehl-i sünnet akidesi uyarınca sarahaten veya işaretle sultanın kulağına duyurulmalıdır. İmkân nisbetinde ehl-i hakkın kelâmı ona arz edilmelidir.

Hatta, hak mezheb ehlinin kelâmını bu arada söyleyebilmek için, daima fırsat kollayıp gözetmek gerek. Ta ki İslâm'ın hakikati açığa çıkıp ve küfrün butlanı ve şenaati belli ola... Küfür öyle bir şeydir ki, batıl olduğu bellidir. Asla bir akıl sahibi onu iyi görmez.

Üstte anlatılan mana dolayısı ile yeter ki, küfrün batıl olduğu hiç sakınmadan açığa vurula; hiç durmadan onların batıl putları atıla; hiç tereddüd etmeden yerin ve semaların yaratıcısı Hak İlâh isbat edile...

Hiç duyulmuş mudur ki, onların batıl putları bir sinek yaratabilmiş ola... İsterse, hepsi bir araya gelsin... Hatta, bir sivrisinek onları ısırıp eza etse, kendilerini ondan korumaya dahi güçleri yetmez; başkalarını korumak şöyle dursun.

Kâfirler, bu işin şenaatini düşünerek, şöyle derler:

"Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır."(10/18)

"Bunlara, bizi Allah'a daha fazla yaklaştırmaları için tapıyoruz."(29/3)

Halbuki, bu mecnunlar bilmezler ki, bu cemadatın şefaat etmeye mecalleri yoktur. Ve Sübhan Hak, kendisine şerik olanların şefaatini, tapanlar hakkında kabul etmez. Zira onlar, hakikatta Allahu Teala'nın düşmanlarıdır.

Bu manada, misal olarak, sultana karşı çıkan birini verebiliriz. Birtakım ahmaklar gelip o sultana kıyam edenden imdad isterler ki, kendilerine sultan katında şefaatçi ola... Yani sıkışık zamanda, ona tevessül ederek, sultana yaklaşmak isterler. Onların en büyük ahmaklıkları vardır ki, o azgına hizmet ederler ve onun şefaati ile sultanın affını talep ederler. Onunla sultana yaklaşmaya çalışırlar. Acaba neden onu kırıp sultanın hizmetine girerek yakınlık ve hak ehli olmaya bakmazlar. Böylece, emniyette olup korunurlardı.

Bu mecnunlar, elleri ile taşı yontarlar ve senelerce ona taparlar. Bu arada ondan, bir şey ümid ederek, vukuat beklerler.

Hulasa, küfrün batıl olduğu açıktır.

O kimseler ki, Müslüman oldukları halde hak yoldan ve sırat-ı müstakimden uzaklaşmışlardır; onlar nefsani heva ve bid'at ehli kimselerdir.

Asıl doğru yol, Peygamberin (sav) ve Hulefa-i Raşidin'in (ra) yoludur.

***

Şeyh Abdülkadir Geyiani -sırrının kudsiyeti artsın-, GUNYE adlı eserinde şöyle anlattı:

1. Hariciler taifesi...

2. Şialar...

3. Mutezile...

4. Mürcie...

5. Müşebbihe...

6. Cühemiye...

7. Dırariye...

8. Neccariye...

9. Kilâbiye...

Resulullah (sav) Efendimizin zamanında ve Hazret-i Ebu Bekir'in (ra), Hazret-i Ömer'in (ra), Hazret-i Osman'ın (ra), Hazret-i Ali'nin (ra) zamanında bu taifelerin ihtilhafı ve tefrikası yoktu. Ancak, sahabenin, tabiinin, ye

di fukahanın vefatından sonra bunlar meydana geldi. Allah onların hepsinden razı olsun.

Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:

"İçinizde, benden sonra yasayan çok ihtilâf görecektir. O durumda, size gereken, sünnetime ve benden sonra Hulefa-i Raşidin'in sünnetine tabi olmaktır. Ona tutununuz ve azı dişlerinizle yapışınız. Bilhassa, yeni icadlardan sakınınız. Zira, her yeni icad bid'attır ve her bid'at dahi dalâlettir. Benden sonra her ne ihdas edilir ise, o reddir."

Yani makbul değildir.

Resulullah (sav) Efendimizin ve Hulefa-i Raşidin'in zamanından sonra ortaya çıkan mezhep itibardan düşüktür ve itimada şayan değildir.

Sübhan Hakkın büyük nimetine şükretmek gerek. Şundan dolayı ki: Kemal-i kereminden ve fazlından ötürü, bizleri fırka-i naciyeye dahil kıldı. Ki onlar ehl-i sünnet ve'i-cemaattır. Bizleri, bid'at ve heva ehli fırkalarından eylemedi. Bizleri onların fasit ikatlan ile iptalâya uğratmadı. Yine bizleri, Al-lahu Teala'nın en has sıfatında, kulu kendisine ortak edenlerden eylemedi.

O bozuk itikad sahipleri sanırlar ki, kulun fiillerinin yaratıcısı, kulun kendisidir.

Ayrıca onlar, dünya ve ahiret saadetinin başı olan uhrevi rüyeti (Allah'ı görmeyi) inkâr ederler.

Böylece, Vacib Taala'dan kâmil sıfatlan nefyederler.

Ayrıca, Allahu Teala, Resulullah (sav) Efendimizin ashabına buğzeden ve din büyüklerine kötü zan besleyenlerden de eylemedi.

Onlar sanırlar ki, o büyükler birbirine düşmanlık ederler. Gizli buğuzla içten hasetle birbirlerini itham ederler. Halbuki Sübhan Hak onlar için şu manayı anlatmıştır:

"Onlar aralarında birbirlerine karşı merhametlidirler."(48/29)

Adı geçen bu iki taife, Sübhan Hakkın kelâmını dahi tekzib edip onlann arasında, düşmanlık, buğuz, çekememezlik isbatına kalkarlar.

Allahu Teala, onlara doğru yo!a gitme başarısı versin ve sırat-ı müstakimi kendilerine göstersin.

Yine Allahu Taala'ya şükürler olsun ki, bizi ona yüce Hak için, mekân ve cihet isbat edenlerden eylemedi. Bunlar o yüce Zatı, cisim ve cismani sanırlar. O Vacib Kadir zat için, hüdus ve imkân emareleri isbatı cihetine giderler.

Sonra,

Biz yine esas kelâmımıza gelelim. Deriz ki:

Sizin de bildiğiniz gibi, sultan ruh gibidir; sair insanlar dahi ceset. Eğer ruh yararlı ise, beden de yararlı olur. Şayet ruh bozuk olursa, beden de bozuk olur. Bunun için, sultanın ıslahına çalışıp çabalamalıdır. Zira, sultanın ıslahına çalışmak, cümle ademoğullarının ıslahına çalışmaktır.

Asıl ıslaha çalışmak, İslâm kelimesini izhardadır. Amma, vaktin müsaadesi nisbetinde ne şekilde olursa olsun.

İslâm kelimesini izhar ettikten sonra da, onun kulağına ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadını duyurmak vardır. Bunu, zaman zaman yapmalıdır. Muhalif mezheplerin dahi reddine çalışmalıdır.

Eğer anlatılan bu devlet müyesser olur ise, enbiyadan büyük bir veraset

hasıl olmuş olur.

Bu devlet, sizin için meccanen hasıl olmuştur. Onun kadrini bilmek gerek.

Bu manada daha ne kadar durayım... İsterse mübalağa ile üzerinde durmak iyi olsun.

Basan ihsan eden Sübhan Allah'tır.

***