Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979

405.Mektup

405. MEKTUP

MEVZUU : a) Velayet, ilâhî yakınlıktan ibarettir; harika işler ve kerametler, onun şartı değidir.

 b) Sultanlara saygı secdesinin hükmünü beyan..

***

NOT ; İMAM-I RABBÂNÎ Hz. bu mektubu, Mir Muhammed Nu'man'a yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun. Selâm, onun seçmiş olduğu kullarına..

***

pek aziz kardeş Seyyid Mir Muhammed Nu'man'ın vakti hoş olsun.

***

Bilinmesi yerinde olur ki,

Harikaların ve kerametlerin zuhuru, velayet şartından sayılmaz.

Ulema, harika hallerin husulü ile mükellef olmadıkları gibi; evliya dahi, harika hallerin zuhuru ile mükellef değillerdir. Zira, velayet Yüce Sultan Allah'a yakınlıktan ibarettir; masivayı unuttuktan sonra, evliyasına onu ikram eder..

Bir şahıs vardır ki: Kendisine bu yakınlık ihsan edilir; amma, gayb işlere ve hadiselere ittıla verilmez..

ikinci bir şahıs da vardır ki: Bu yakınlık kendisine verilir; gayb işlere ve olan hadiselere ittıla dahi verilir.

Üçüncü bir şahıs da vardır ki: Kendisine bu yakınlıktan yana bir şey verilmez.. Amma, gayb işlere ittıla kendisine verilir.

Bu son anlatılan üçüncü şahıs, istidrac ehlindendir. Onun nefsinin safiyeti, kendisini gayb keşifleri ile iptilâya uğratıp dalâlete düşürmüştür. Meali şu olan âyet-i kerime de, onların. haline alâmettir:

? «Onlar, kendilerinin bir şey üzere olduklarım sanırlar; dikkat ediniz, onlar yalancılardır.» (58/18)

? «Onları şeytan istilâ etmiş; Allah'ı zikretmeyi dahi onlara unutturmuştur. Bunlar şeytan fırkasıdır. Dikkat ediniz; şeytan fırkası ise., hüsranda olanlardır.» (58/19)

Üstte anlatılan birinci ve ikinci şahıs, Allah'ın velî kullarından ve yakınlık devleti ile müşerref olanlardır. Gayblerin keşfi, bunların velayetine bir şey artırmaz. Keza, gaybleri keşfetmemek dahi, onların velayetinden bir şey eksiltmez. Aralarındaki değişik fark, ancak yakınlık dereceleri itibarına göredir. Çoğukez, gaybî suretlerin keşfine sahib olmayan; o suretlerin keşfine sahib olandan daha faziletlidir. Hatta kıdemi olarak ondan daha ileridir. Bu da, onun için yakınlık meziyetinin hâsıl olmasından ileri gelmektedir.

Üstte anlatılan manayı Avarif kitabı sahibi açık olarak anlattı. Bu zat, şeyhler şeyhi olup bütün taifelerin de makbulüdür. Üstte anlatılan manayı, benden tasdik etmeyen, o kitaba müracaat etsin. Zira o, harika halleri ve kerametleri zikrettikten sonra, bunları orada şöyle anlattı:

? Bütün bunlar, Allah'ın hibeleridir.

Bir kavme, bu keşif hâsıl olur, bir ihsana da uğrarlar. Bazan da olur ki: O keşif ihsanından yana kendinde bir şey olmayan, öbüründen daha faziletli olur. Zira, onların tümü, yakinin takviyesi içindir Bir kimseye katıksız yakin verildikten sonra, o keşif cinsi şeylere hacet kalmaz. Bütün bu kerametler, daha önce anlattığımız zikrin kalbe yerleşip zat zikri olmasından daha aşağıdır.

O zatın kelâmı, bu kadardır. Şeyh'ül-İslâm lakabı ile anılan bu taifenin imamı Hace Abdullah Ansarî ise, Menazil'üs-sairin adlı kitabında şöyle anlattı:

? Feraset iki çeşittir:

a) Marifet ehlinin feraseti..

b) Açlık ve riyazet ehlinin feraseti..

Feraset ehlinin marifeti; Yüce Hakkın huzuruna lâyık olanla onun huzuruna yaramayanı ayır etmelerinde geçerlidir. Bir de, Allah'ın zikri ile meşgul olup hazret-i ceme vâsıl olanları bilmeye yarar..

Açlık ve riyazet ehlinin feraseti ise., suretlerin keşfine, gaybden verilen haberlere yarar..

Âlem halkının pek çoğu, Sübhan Allah'tan kesilmiş ve dünya ile meşgul olduğundan, onların kalbi suretlerin keşfine ve mahlukat hallerinden kendilerine gizli kalan şeylere meyillidirler. Bunun için de, bu feraset ehlini büyük bilip kendilerini ehlüllah ve onun has kullan bilmişlerdir. Dolayısı ile, hakikat ehlinin keşfinden iraz edip kendilerini Allah-ü Taâlâ'dan verdikleri haberde itham etmişlerdir. Bunun için de şöyle demişlerdir:

? Eğer bunlar, ehlüllah olsalardı, yani: Kendi zannettikleri gibi; bize gaybe bağlı hallerden ve diğer mahlukatm durumlarından haber verirlerdi. Mahlukatm hallerini keşfe güçleri yetmediğine göre bundan daha üstün hallerin keşfine nasıl güçleri yeter?.

Böylece, bu fasit kıyasla, onların Yüce Vacib Zat'ın zat ve sıfatına taalluk eden ferasetlerini yalanlar?.

Böylece, sahih haberler onlara kör gelir. Amma, bilmezler ki: Allah-ü Taâlâ, onları mahlukatm mülâhazasından alıp kendi mukaddes zatına has kılmıştır. Kendilerini himaye edip sakındığından kendi masivası ile olmaktan onları korumuştur. Eğer onlar, mahlukatm hallerine girenlerden olsalardı; Sübhan Hakka yaramaz olurlardı.

Bu zatın kelâmı dahi bu kadardır. Daha başka şeyler de söylemiştir.

Ben Hazret-i Şeyhimden (Ks.) duydum, Muhyiddin b. Arabi'nin şöyle yazdığını söyledi:

? Kendisinden çokça kerametler zuhur eden bazı velî kullar vardır ki, bu kerametler ve harika haller kendisinden zuhur ettiği için pişman olur. Temenni yollu şöyle der:

405.

? Keşke bu kerametler, benden zuhura gelmeseydi..

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, harika hallerin çokça itibarı olsaydı; bu şekilde bir pişmanlıkta mana olmazdı.. Burada şöyle bir soru sorulabilir:

? Harika kerametlerin zuhuru, velayette şart olmadığına göre; velî olanı, velî olmayandan ayırd etmek nasıl olacak?. Hak ile batıl nasıl açığa çıkacak?

Bunun için şu cevabı veririm:

? Ayırd etmek lâzım değildir; o kadar ki, haklı batıla karışıktır. Zira, bu .dünya hayatında hakkın batıla karışık olması lâzımdır. Velînin velayetini bilmek ise, asla lâzım değildir.

Velî kullardan bazıları vardır ki; kendi velayetlerine dahi muttali değillerdir; onların velayetine başkalarının ittılaı nasıl lâzım olsun?.

Bir peygamberde harika hallerin bulunması mutlaka gereklidir. Ta ki, peygamber olan, peygamber olmayandan ayırd edile.. Zira, bir peygamberin nübüvvetini bilmek vaciptir.

Bir velî, Peygamberinin şeriatına davet ettiğine göre, peygamberinin mucizesi kendisine yeter. Eğer velî, şeriatın dışında bir şeye davet emiş olsaydı, elbet onun için harika bir şey gerekli olurdu. Amma onun daveti, her peygamberin şeriatına mahsus olduğundan, kendisine asla harika keramet lâzım değildir.

Ulema, şeriatın zahirine davet eder; evliya ise., şeriatın hem zahirine, hem de batınına davet eder. Müridleri dahi, öncelikle tevbe-ye ve inabeye gelmeleri için delâlet edip şeriat hükümlerinin yerine getirilmesine teşvik ederler, ikinci olaraktan da, onları, Yüce Hakkın zikrine gelmeye hidayet ederler. Bütün vakitlerini Allah'ın zikri ile doldurmaları için, tekidle üzerinde dururlar, Taa, zikir istilâ edip kalbde zikri edilen zattan başkası kalmayıncaya kadar.. Ta kî: Tüm masivadan yana nisyan husule gele.. O kadar ki: Eşyayı hatırlama onlara teklif edilse, hiç hatırlayamazlar.

Yakine dayalı mana odur ki: Şeriatın zahirine ve batınına taalluk eden bu davette, bir velî için asla harika hallere hacet yoktur.

Şeyhlik ve müridlik üstte anlatılan davetten ibaret olup onun harika işlerle bir ilgisi olmadığı gibi, keramet yeri de yoktur.

Durum üstte anlatıldığı gibi olmasına rağmen biz deriz ki:

? Anlayışlı bir mürid, istidadlı bir talip, sülük esnasında her an, Şeyhinin harika hallerini ve kerametlerini hisseder. Her zaman için, gaybe dayalı işlerde ondan yardım talebinde bulunur. Kendisinden yardım da görür. Halbuki, başkalarına nisbetle harika hallerin zuhuru lâzım değildir. Amma, müridlere nisbetle kerametler içinde kerametler vardır; harikalar içinde harikalar vardır.

Mürid, şeyhinin harika hallerini nasıl müşahede etmesin ki?.. Zira şeyh, ölü kalbleri diriltip müşahedeye ve mükâşefeye ulaştırır.

Avam halk arasında, cesedi diriltmek, büyük bir iş ise., havas kullar arasında dahi, kalbi ve ruhî olan ihya yüksek bir kuruluş gibi, açık burhandır.

Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Risale-i Kudsiye'de Hace Muhammed Parisa şöyle yazdı:

? Cesedi ihya, insanların pek çoğu katında muteber olunca, ehlüllah ondan iraz edip ruhî ihya ile meşgul oldular; ölü kalbi diriltmeye yöneldiler.

Gerçek olan şu ki: Kalbi ve ruhî ihyaya nisbetle cesedi ihya, yolda bırakılan bir şey gibidir; ona nazaran abes cinsine dahildir. Zira, bu cesedi olan ihya, sayılı günlerin hayat sebebidir; amma öbürü, daimî hayata vesiledir.

Hatta biz şöyle deriz:

? Hakikatta ehlüllahın varlığı, kerametlerden bir keramettir; onların varlığı dahi, Allah-ü Taâlâ'nın rahmetlerinden bir rahmettir. Onların ölü kalbleri diriltmesi ise., büyük âyetlerden bir âyettir.

Onlar, yer ehlinin emanıdır. Günlerin, onlara ganimetleridir. Yağmur onlar hürmetine yağar; nzıklar onlar hürmetine gelir.. Onların şanında şu cümleler varid olmuştur:

? Sözleri devadır, nazarları şifadır. Onlar öyle bir topluluktur ki, onlarla oturan şaki olamaz; onlarla ünsiyet eden kaybetmez..

O alâmet ki, bu taifeden haklıyı batıldan ayırd eder o da şudur: Bir şahsın şeriat üzerine istikameti var ise., onun meclisinde, kalb için Sübhan Hakka meyil ve teveccüh hâsıl olur ise., onun masivasına karşı da soğukluk meydana gelir ise.. işbu şahıs, haklı bir şahıstır. Değişik derecelere göre de evliyadan sayılmak hakkıdır.

Üstte anlatılan mana, münasebet erbabına göredir; o kimse ki, münasebetsizdir; katıksız mutlak mahrumdur.

Bir şiir:

Bir kimsenin ki, hidayet meyli içinden gelmez; Peygamberin yüzünü görmek dahi fayda etmez..

*

**

Mektuba, bir parça Sultan-ı Vakitten de alınmıştır. Hoş yaratılışından, Yüce Allah'ın talebi anlatılmış. Adalete ve şeriat hükümlerine tutunma babında da bir işaret vaki olmuş. Bunları mütalaa etmek de, çokça ferah ve zevk verdi.

Sübhan Hak, âlemi, zaman sultanının adalet nuru ile nurlandırdığı gibi; Şeriat-ı Muhammediye'ye yardım edip Millet-i Mustafaviyeyı de onun iyi ihtimamı ile aziz kılar.

Ey Muhib.

? Şeriat kılıç altındadır..

Hükmüne göre; şeriat-ı garranın revacı, salâtin-i izamın iyi ihtimamlarına bağlıdır.

Anlatılan mana, uzun bir süredir, üzerine zaaf düşen bir şey oldu, îslâm dahi, zarurî olarak zaafa uğradı.

Hind kâfirleri, hiç sakınmadan mescidleri yıkmaya başladılar; onların yerine de kendi tapınaklarını yapmaya koyuldular. Taniser'deki Kerkit Havzının içinde bir mescid, bir de büyüklerden birinin kabri vardı. Onu yıkıp yerine büyük bir kilise yaptüar.

Üstte anlatılandan başka, kâfirler, küfür merasimini alenen diledikleri gibi icra etmektedirler. Halbuki Müslümanlar, islâm hükümlerini icra etmekten yana aciz bulunmaktadırlar.

Hanud, kendi günleri olan KÂDİS'te (K A D İ S : Müstakimzade, tercümesinde bu tabiri: ? M a h u d otuz günleri.. Biye almıştır) yemeyi ve içmeyi bırakmaktadırlar. Hiç bir şey pişirmemeye ve Müslümanlardan hiç kimsenin, Müslüman beldeleri çarşılarında bir ekmek satamamasına ihtimam göstermektedirler. Halbuki onlar, mübarek ramazan ayında alenen ekmek pişirmekte ve satmaktadırlar, İslâmî zaafından ötürü, hiç kimse de buna engel olmaya güç yetirememektedir.

Teessüfler olsun, bunun için yüz bin defa teessüfler olsun.. Vaktin sultanı bizdendir; halbuki biz fakirler bu zaaf ve bu perişanlık içindeyiz.

***

Devlet erbabının ikramı ile, îslâm güçlenmiştir. Onların İslâm'ı izazı ile de, kuvvetlenmiştir. Bu büyüklerin takviyesi ile, ulema ve sofiye aziz ve muhterem bilinmektedirler; şeriatın tervicine de çalışıyorlar.

Duyduğuma göre, bir gün merhum Emir Timur Buhara sokaklarının birinden geçiyormuş. Hace Nakşibend Hanigahı dervişleri Hace Hanigahımn sergilerini silkeliyorlarmış. Emir, İslâmî neş'esinin güzelliğinden olacak; orada durup Hanigahtan gelen tozlan kendisi için anber bilmiştir. Ta ki: Dervişlerin feyiz bereketlerine nail ola.. ihtimal ki o: Bu tavazu ve bu inkisar ile son nefesini iyi bitirmiştir. Nitekim, Hace Nakşibend Hz. nin şöyle dediği nakledilmiştir:

? Timur imân sahibi olarak öldü..

Hatiplerin, cuma hutbelerini okurken; bir alt dereceye inmelerinin manasını bilir misin?. Böyle etmek, Resulüllah S.A. efendimize ve hulefa-i raşidine r.a. karşı, selatin-i izamın tavazuudur. Bunlar, din büyükleri ile, kendi isimlerinin aynı derecede okunmasına izin vermediler. Allah-ü Taâlâ, onların sayini meşkûr eylesin..

***

BİR İLAVEDİR

Ey Kardeş,

Secde, alnı yere koymaktan ibarettir. Son derecede, tezellülü ve inkisarı tazammun etmekte ve tam manası ile tavazuu ve iftikarı şümulüne almaktadır.

Üstte anlatılan mana icabı olarak, tavazuun bu kısmı, Vacib'ül-Vücud Yüce Sultan Zat'm ibadetine mahsus kılındı. Böyle bir şeyi, Yüce Hakkın gayrı için, caiz görmemişlerdir.

Bu manada şöyle anlatıldı:

? Resulüllah S.A. efendimiz, bir gün yolda yürüyordu. Bir Ara-bî gelip kendilerinden mucize talebinde bulundu. Ta ki: İmana gele.. Bunun üzerine Resulüllah S.A. efendimiz ona şu emri verdi:

? «Git, şu ağaca, ResulüHah'ın kendisini taleb ettiğini söyle..» Gitti, söyledi. Ağaç dahi, harekete geldi, yerinden çıktı ve geldi.. Resulüllah S.A. efendimizin yanında durdu.

O Arabî bu hali müşahede ettikten sonra. İslâm dinine girdi Sonra şöyie dedi:

? Ya Resulellah, bana izin ver; sana secde edeyim.. Bunun üzerine, Resulüllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:

? «Allah-ü Taâlâ'dan başkasına secde etmek caiz değildir. Eğer bir kimseye, bir kimse için secde etmesini emredecek olsaydım: kadına, kocası için secde etmesini emrederdim.»

Fakihlerden bazıları, her ne kadar devlet büyüklerine saygı secdesi cevazı için fetva vermişler ise.. devlet büyüklerinin haline lâyık olan odur ki: Bu işte, Hazret-i Hak için tavazu göstereler. Son derecedeki tezelîül ve inkisar için, Yüce Hakkın gayrına yapılması cevazını vermeyeler. Zira, Allah-ü Taâlâ, âlemi onlara müsahhar kıldı; onları kendilerine muhtaç, eyledi. Yerinden olur ki: Bu büyük nimetin şükrünü eda edeler. Tam âcizden ve inkisardan gelen bu gibi tavazuu, Yüce Hakkın mukaddes zatına tahsis edeler. Bu işte, onunla ortalığa cevaz vermeyeîer. Her nekadar, bir cemaat bu manaya cevaz vermişlerse de, onların güzel tavazuuna uyan, bu cevazı vermemeleridir.

Bir âyet-i kerime meali:

? «İyiliğin mükâfatı, iyilikten başka mıdır?.» (55/60)

Sultan-ı Vakit, uzak memleketlerinden gelip darülhilâfeye inmiştir. İhtimal ki, bu Fakir'in kendisini yakında darülhilâfeye inşaallah kavuşturacaktır.

Kalanı karşılaşma zamanı anlatılacaktır.

***

Hüdaya ittiba edip Mütabaat-ı Mustfa'ya iltizam edenlere selâm.. Ona ve âline üstün salâtlar ve selâmlar..

***