Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979

465.Mektup

465. MEKTUP

MEVZUU: Aynın ve eserin, vücud ve şühud olarak zevali.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade hace Muhammed Said'e yazmıştır.

***

Rahman Rahim Allah'ın adı ile...

Allahu Teala şöyle buyurdu:

"İnsan üzerine, uzun devirden öyle bir zaman gelip geçti ki; o vakit o, anılmaya değer bir şey değildir."(76/1)

Ne aynen, ne eser olarak, ne şühud, ne de vücud olarak...

Evet, öyle idi ya Rabbi, sonra ona sen dilersen hayatınla hayat verir; bekanla baki kılar; ahlâkınla mütahallık eylersin. Hatta fazlınla aynen fenada baki kılarsın; aynen bekada dahi fani kılarsın. Şu manadan ki, her iki mana arasında (fena ve beka) telâzüm vardır; her birinin kemal husulü diğerinin varlığı ile olmaktadır.

Üstte anlatılan mananın misali o insanın misalidir ki, tuz madenine atılır; orada parça parça tuz hükmüne girer. Sonunda bütünüyle tuz olur; kendisinden yana ne aynen, ne de eser olarak bir şey kalır. Hiç şüphe edilmeye ki, bundan sonra onu kesmek, parçalamak mubah olduğu gibi, yenmesi de helâl olur. Keza, alınıp satılması da... Amma ondan yana aynen veya bir parça olarak, bir şey kalacak olsa, anlatılan işlerin hiçbiri caiz olmaz. Farsça şu şiiri söyleyen ne kadar güzel söylemiş:

Kaybedip giderken kendini bir köpek tuzlukta;

Tuzluktan az görmem bu dolu deryayı şorlukta...

***

Burada şöyle bir soru çıkabilir:

-Daha önce mektuplarda ve risalelerde yazmıştın ki:

-Aynen ve eser olarak, zeval, ancak şühudi olur; vücudi olmaz. Zira, öbür türlüsü, ilhad ve zındıklık getirir. Ubudiyetle rübubiyet arasında sabit olan ikiliği kaldırmak olur.

Şimdi söylenen:

-Aynen ve eser olarak vücudda zeval bulur demenin manası nedir?

Derim ki:

-Bir şeyin, biç başka şeyin boyasını alması; yani kendi hükümlerinden çıkıp diğerinin hükmüne girmesi, onlardan ikiliği kaldırmayı gerektirmez. Evet, böyle olmaz ki ikilik ve zındıklık meydana gele...

Çünkü, tuz madenine atılan insan, tuzla ittihad etmemiş ve ikilik de zail olmamıştır. Elbette ona, tuz komşuluğu hasıl olmuş; onun saltanatı altına girmiştir. Kendisinden ve sıfatlarından fena bulması, tuzla ve hükümleri ile beka bulması ikiliğin bekası iledir.

Bu babda netice söz şu ki: Burada anlatılan ikilik, asla karşı ikiliğin zıllına benzer; kendisinin müstakil bir durumu yoktur. Bu zail olan ikilik, avam nazarında bir nevi istiklâldir. Amma henüz ikilik bakidir. Bundan dolayı ittihad ve zındıklık yoktur.

Kitaplarımda ve risalelerimde yazdığım vücudi zeval manilme gelince; bu dahi, avamın kusurlu anlayışına hamledilir. Zira, onlar bundan, ikiliğin (tam olarak) kalktığını anlarlar, dolayısı ile ilhada ve zındıklığa düşerler.

Allahu Teala, zalimlerin dediklerinden yana pek yüceliğe sahiptir. Büyüklüğüne de pek büyüktür.

Şu mana kaldı ki, hükmen tuz olduktan sonra insandan kalan kalıp, hakikatta insan, onun boyasını aldığı tuzun suretidir. İnsanın sureti değildir. Ancak suvar ki, o hükmi olan tuz, insanın kalıbı ile kıyas ve onun sureti ile de tasvir edilir. Yoksa onun kalıbı kalmamıştır ki; eseri de baki kala...

***

BİR TENBİH

Tuzda kalan ve insanın sureti mikyası ile kıyas edilen kalıbın zevali mümkündür; hatta vakidir. Amma, üzerinde durduğumuz mana öyle değildir.

"En üstün vasıf, Sübhan Allah'ındır."(16/60)

O Sübhan Zat, bir şeyle ittihad etmeyeceği gibi, herhangi bir şey de onunla ittihad edemez. Ne eşya ile ittisal eder; ne de eşyadan ayrılır. Eşya dahi, ne onunla ittisal eder; ne de ondan ayrılır.

Noksan sıfatlardan münezzehtir o zat ki, kâinatta meydana gelen hadiselerin oluşması ile; zatında, sıfatlarında ve isimlerinde bir değişme olmaz.

O yüce Zat, şu anda dahi yine öyle tenzih ve takdis sarafeti üzerinedir.

O yüce Sübhan Zat, aleme yakındır; alemle beraberdir. Amma, keyfiyeti bilinmeyen bir yakınlık ve beraberlik ile... Bir cismin, diğer cisimle olan beraberliği gibi değildir. Bir cismin arazlara olan yakınlığı gibi de değildir.

Hulasa, imkân sıfatları ve hüdus damgaları tamamen onun mukaddes zatından atılmıştır.

Evliyanın urucu, Sübhan Hakkın yakınlığında; kula bir yakınlık getirmez. Asfiyanın vusulü ise, Sübhan Allah ile ittisali sağlamaz.

Fena ve beka irfan sahipleri için, hallerdir; amma akılla anlamaya çalışanlar, ondan bir şey çıkaramazlar.

Aynen ve eser olarak, zevalin manası vardır; amma ancak onu, kendisinin nasibi olan anlayabilir.

Nitekim, bu mananın tahkiki, ileride gelecektir.

Bu taifenin kelâmanı hüsn-ü zanla dinle, kabul eyle. Amma ondan zahiri medlulünü ve zahiri tatbikini çıkanp anlamaya bakma. Böyle bir şey ettiğin takdirde, çok kere, yanılır galata düşersin. Hem de, kötü bir şekilde. Hem doğru yoldan saparsın; hem de başkalarını saptırırsın.

Doğruyu ilham eden Sübhan Allah'tır.

***

Burada şöyle bir soru sorabilirsin:

-İnsanın aynen ve eser olarak zevaline cevaz veriyorsun. Lâkin, Kur'an-ı Mecid'de, Resulullah (sav) Efendimizin sanından gelen şu manaya ne dersin:

"De ki: Ancak, ben de sizin gibi bir beşerim; ne var ki bana vahiy gelir."(41/6)

Resulullah (sav) Efendimiz, bir hadis-i şerifinde ise şöyle buyurmuştur:

"Ancak, ben de sizin gibi bir beşerim. Beser nasıl öfkelenirse, ben de öfkelenirim."

Bu manalar da, insaniyetten kalan bakiye eseridir.

Üstte sorulan soruya cevap olarak derim ki:

-İş, öyle değildir. Bundan, eser bekasına bir dalâlet de yoktur. Ancak şu var ki, fenadan ve bekadan sonra; insan-ı kâmilin aleme, halkı Sübhan Hakka davet için gönderilmesi murad edilince kendisinde, zail olan beşeri sıfatlar ve hususiyetler bir araya gelir. Amma, onların sivri yanları kırılarak. Ta ki, onunla alem arasında; zeval bulduktan sonra, yeniden münasebet husule gele...

Bundaki bir başka hikmet ise, yani beşeri sıfatların döndürülmesinde ve zeval bulduktan sonra gelip katılmalarındaki hikmet sudur: Mükellefleri iptilâ ve davet edilenleri deneme... Şunun için ki: Habis olan temizden ayırt edilsin; yalancı dahi doğrudan ayrılsın. O sıfatların dönmesi ile hal örtülüp iş kapandıktan sonra da gaybe iman elde edilsin.

Bu manada Allahu Teala şöyle buyurdu:

"Şayet o peygamberleri melek yapsaydık; yine de erkek suretinde yapardık. Elbette onları yine düşmekte olduktan şüpheye düşürürdük."(6/9)

***

Biri şöyle derse:

-Aynen ve eser olarak insan-ı kâmilin, zeval bulmasının manası nedir? Halbuki, onun zahiri beşeri sıfat üzerine daimidir. Yer ve içer. Uyur ve istirahat eder. Allahu Teala dahi, enbiya hakkında şöyle buyurdu:

"Biz, onları öyle bir ceset yaratmadık ki; yemek yemeyeler."(21/8)

Bu manada şöyle derim:

-Fena ve beka, batın sıfatlardandır. Asaleten bunların zahir ile bir taalluku yoktur. Zira, zahir kendi ahkâmı üzerine devam eder; batın ise, ayrılır kapanır.

***

Şöyle bir soru sorulabilir:

-Batın letaifi, mütaddiddir. Onların hepsi mi fena ve beka ile tahakkuk eden yoksa bazısı mı? Eğer bazısı ise, hangisidir?

Bunun için derim ki:

-Fena ve beka ile tahakkuk eden, ancak nefis latifesidir. Bu dahi gerçekte insanın hakikati olup ona:

-Ene... (Ben...) sözü ile işaret edilir ki bu, önce kötülükle emreden, sonra itminana varan nefistir.

Yahut o, önceleri Rahman'ın düşmanlığına kıyam eder; sonca ondan razı olur. Sonunda kendisinden de razı olunur.

O, şerliler şerlisi; hayırlılar hayırlısıdır. İblis onun şerrini artırır; teşbih ve takdis ehli, onun için hayır üzerine hayır artırır.

***

BİR TENBİH

Fenanın ve zevalin manası, vücuda bağlı fena ve vücuda bağlı zeval değildir.

Bekabillah manası dahi mümkinden imkânın gitmesi ikinci olarak ona vücub husulü değildir. Zira, böyle bir şey aklen de muhaldir. Böyle bir şeye kail olmak dahi küfürdür. Belki de, o imkâniyetin bekası ile ha! ve lübs (giymek çıkarmak, yani değişik görüntüler) gibidir. Kevn ü fesat yolu ile anasırda akıl erbabının isbat ettiği hal ve lübs gibidir. Ancak onlar, her iki halde de, çeşitli suretlerin tebeddülü ile beraber onların heyulasın! sabit tutarlar. Bize gelince, ne heyulaya kailiz; ne de onun sübutuna. Elbette biz şu manayı söylüyoruz:

-Fena ve beka, sani yüce Kadir Muhtar Zat'tan gelen idam ve icaddır.

Bir haberde şu mana geldi:

"İki defa doğmayan, semaların melekutuna giremez..."

Burada, ikinci doğumla, ikinci icada işaret edilmiş gibidir. Ancak:

-Bekabillah dedikleri, mecaz ve teşbih yollu düşük sıfatların nail olması ve güzel huyların da husulüdür.

Bir bakıma bu mana, yüce mukaddes Vücub mertebelerine benzer. Halbuki birçok yerlerde tahkikini yaptım: Mümkinin zatı adem olup, neyse odur. Zevalinin manası da yoktur. Çünkü mümkin, bütün hallerde mümkindir. Fena ve beka hali, ademlerindeki gibidir.

Yüce Vacib Zat'a gelince... Kesintisiz devamlı olarak vacibdir. Onun mukaddes Zatına bir şey katılmaz. Ondan ayrılan bir iş de yoktur. Şu (Farsça) şiiri söyleyen güzel söylemiş:

Her iki alemde yüz karalığı mümkinden;

Allah'tır en iyi bilen, gitmez hiç kendinden...

Şu mana dahi sana gizli kalmaya ki:

Mümkinde imkân bekası, sübut mertebelerinden bir mertebede onun sübutundan ibaret değildir. Zira, böyle bir şey tam manası ile fena haline münafidir.

Bu tam fena ile fena bulan; emanetleri sahibine verdikten, kendisinde akseden gölgeleri de aslına dönderdikken -ki onlar, faziletli vasıflar, kâmil sıfatlardan olup, vücud ve onun tam teavibiidir- sonra, ademiyette kâmil olan sırf ademe katılır. Kendisinde ne herhangi bir şeye nisbet ve izafet bulunur; ne de namı nişanı kalır. Zira, ademde izafet; umumi manada olsa dahi, sübuttan haber verir.

***