Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979

469.Mektup

469. MEKTUP

MEVZUU: a) Bu alemin sonradan yaratıldığının beyanı.

b) Akl-ı faale tapanları red.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mevlâna Hamid Ahmedi'ye yazmıştır.

***

Alemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm, Seyyidü'l-mürselin Resulullah Efendimize.

***

Yüce Allah, zatı ile mevcuttur. Onun vücudu dahi, kendisi iledir.

Yüce Allah, şu anda önce olduğu gibidir. Sonsuzlara kadar da, böyle olacaktır.

Onun mukaddes zatına, ne geçmişte bir yokluk olmuştur; ne de gelecekte bir yokluk gelecektir.

Burada:

-Vücub-u vücud tabiri, o mukaddes zatın en küçük hizmetçileri arasındadır.

-Seib-i adem tabiri ise, o harem-i muhteremin en düşük temizlikçisidir.

Yüce Hakkın masivasına gelince bunların hepsi de:

-Alem tabiri ile anlatılır.

Bunlar da anasır, eflâk, ukul, nüfus, besait ve mürekkebattır. Bütün bunlar, yüce Hakkın vücud vermesi ile mevcud olmuş; ademden vücuda gelmiştir.

Zata ve zamana bağlı kıdemlerin ikisi de, yalnız yüce Hakkın mukaddes zatı için mevcuttur. Zati ve zamanı hüdus ise, yüce Hakkın masivasına göredir.

Sübhan Hak, yeri iki günde yarattı. Yerin yaratılmasından sonra, semaları ve yıldızları da ademden vücuda iki günde çıkardı. Şu ayet-i kerimeler bu manayı anlattı:

"...Yeri iki günde yaratana..?"(41/9)

"Ve yedi sema olmak üzere iki günde yarattı..."(41/12)

Sefihtir, hatta Kur'an'ın kesin hükümlerini inkâr etmektir; şu kimse ki, yüce Hakkın masivası olan eflâk ve ondakilerin kıdemine dair söz eder. Keza basit anasır, ukul ve nüfus için de aynı sözü eder. Zira, bütün din ehli olanlar, icma ile şu iş üzerinde karara vardılar ki:

-Yüce Hakkın masivayı sonradan yaratılan hadistir.

İttifakla hükmettiler ki:

-Masiva, geçmişinde bulunan yokluktan sonra var olmuştur.

Nitekim, üstte anlatılan manayı, Haccetü'l-islâm, İmam-ı Gazali, EL-MÜNKIZÜ MİNE'D DALAL adlı eserinden sarahaten anlatmıştır. Alemin bazı parçalarının kadim olduğuna kail olanları da tekfir etmiştir.

Zira, mümkinattan bir şeyin kıdemine hükmetmek; dinden çıkıp felsefeciler arasına girmektir.

Yüce Hakkın masivasına, geçmişte yokluk olduğu gibi; geleceğine de yokluk katılacaktır.

Yıldızlar dağılacak, yerler ve dağlar parçalanacak, böylece yokluğa katılacaktır.

Nitekim, üstte anlatılan manayı Kur'an'ın kafi hükümleri anlatmıştır. İslâm fırkalarının dahi, tamamı bu iş üzerinde kesin hükme varmışlardır.

Allahu Teala, Kelâm-ı Mecid'inde şöyle buyurdu:

"Artık sıra birinci üfürülüşle üfürüldüğü zaman; yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp birbiri ile bir defa çarpışıp parçalanır. İşte o zaman olan olmuş ve gök yarılmış, o gün zaafa düşmüştür."(69/13-16)

"Güneş durulduğu zaman; yıldızlar düştüğü zaman; dağlar yürütüldüğü zaman..."(81/1)

"Gök yarıldığı zaman; yıldızlar dağılıp döküldüğü zaman..."(82/1-2)

"Sema yarıldığı zaman..."(84/1)

"Onun vechinden başka her şey helak olucudur. Hüküm onundur; ona döneceksiniz."(28/88)

Kur'an'da bunların benzeri manada ayet-i kerimeler pek çoktur.

Cahil, anlatılanların fena bulacağını inkâr etmektedir. Bunun sebebi de cehaletidir.

Feslefecilerin süslü sözlerine kanarak, Kur'an'ın kesin beyanlarını da reddetmektedir.

Hulâsa, mümkinata, sonradan gelecek yokluğun isbatı; onların geçimişinde bulunan yokluğun isbatı gibidir. Bütün bunlar, dinin zaruri olarak, kabul edilmesi gereken işlerindendir. Buna iman etmek lâzımdır.

Ulemadan bazılarının dediği:

-Yedi şey var ki, bunlara fena gelmez; onlar bakidir: Arş, kürsi, levh, kalem, cennet, cehennem, ruh... cümleye gelince: Burada mana şu demek değildir:

-Bu eşya fena kabul etmez. Onlarda zeval kabiliyeti yoktur.

Haşa ki, böyle bir mana da... Elbette mana şudur:

-Şanı yüce Kadir Muhtar Zat, dilediğine vücud verdikten sonra onu yok edip sonra baki kalır. Bunun da, hikmetleri ve maslahattan vardır. Zira:

"Allah dilediğini yapar ve istediği hükmü verir..." (3/40 ve 5/1) manalarına gelen ayet-i kerimeler sarihtir.

Bu beyandan da anlaşılmış oldu ki:

Bütün parçaları ile alem, Vacib Teala'ya dayanmakta; vücudda ve bekada ona muhtaçtır.

Çünkü beka, ikinci ve üçüncü zamanda, vücudun devamından ibarettir; taa, Allahu Teala'nın dilediği yere kadar. Bunda vücud üzerine zaid bir şey yoktur.

Beka ile müsemma olan vücudun kendisi olmaktadır. Onun istimrarı ise, yüce Hakkın iradesine bırakılmıştır.

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; akl-ı faal ne oluyor ki, eşyayı tedbir eyleye ve hadiseler dahi ona istinad ettirile... Kaldı ki, onun kendi varlığında ve sübutunda dahi, bin kelâm vardır. Zira, onun tahakkuku ve husulü, süslü felsefi mukaddimelere bina edilmiştir. Bütün İslâm fıkralarının usullerine göre; onların hiçbiri de tam değildir.

Asıl ahmak odur ki, eşyanın tasarrufunu, şanı yüce Kadir Muhtar Zat'tan alıp onu bu gibi mevhum işe istinad ettirir. O kadar ki, felsefi yontmalar dayandırılmaktan eşyaya bin türlü ar gelir. Hatta eşya, safsata yontmasına dayandırılıp Kadir Muhtar Zat'a bağlanmak saadetinden mahrum olmaktansa, yok olup gitmesine razı olur.

Bir ayet-i kerime meali:

"...Ağızlarından çıkan söz ne büyük!.. Onlar, ancak yalan söylerler."(18/5)

***