Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979

470.Mektup

470. MEKTUP

MEVZUU: Mümkinatın yaratılması ve vücudu, vehim mertebesinde olduğunun beyanı.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hace Salâhaddin Ahrari'ye yazmıştır.

***

Var olan Allah idi; onunla bir şey yoktu.

Vakta ki, saklı kemalâtının zuhura gelmesini murad etti; isimlerinden her birine, bir mazhar (zuhur yeri) talep etti. Ta ki, o mazhara, kemalâtını tecelli ettire. Onun vücud mazhariyetini ve tevabilini ise, ademden başka bir şey kabul etmedi. Çünkü bir şeyin mazhan, onun mübayini (aralıklı olanı) ? ve mukabilidir. Vücudun mukabili ve mübayini ise, yalnız ademdir.

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; Sübhan Hak, kemal-i kudreti ile, adem aleminde isimlerden her bir isim için mazharlardan bir mazhar tayin etti. Ve onu, his ve vehim mertebesinde yarattı. Hem de dilediği vakitte ve istediği şekilde... Eşyayı dahi, dilediği zaman yarattı; ebedi muameleyi dahi onab ağlı kıldı.

Şunun bilinmesi yerinde olur ki, ademe münafi olan hariçtin his ve vehim mertebesinde ona arız olan sübut değildir. Zira, bununla aralarında bir münafat yoktur.

Alemin sübutu ise, his ve vehim mertebesinde olup, hariç mertebede değildir ki, kendisine münafi bir durum ala...

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, caiz olur ki, his ve vehim mertebesinde ademe bir sübut arız ola ve orada kendisine yüce Allah'ın yaratması ile bir sağlamlık ve kuvvet hasıl ola... Böylelikle de bu mertebede hayy, alim, kadir, mürid, basir, semi v e mütekellim (canlı, bilici, güçlü, dileyen, gören, duyan ve konuşan) ola... Amma in'ikâs ve zıllıyet yolu ile... Amma, harici mertebede onun için ne nam buluna; ne de nişan. Hariçte dahi, yüce Vacib Zat'ın, zat ve sıfatlarından başkası da sabit ve mevcud olmaya.

Mümkündür ki; bu mana sebebi ile şöyle denmiş ola:

-Şu anda dahi, önce olduğu gibidir.

Bu anlatılanın misali, nokta-i cevvale gibidir. Zira, orada mevcut olan yalnız noktadır. Hariçte daire yoktur; ne gamı vardır, ne de nişanı... Bununla beraber, his ve vehim mertebesinde ona bir sübut arız olup o mertebede kendisine zıllıyet yolu ile bir aydınlık ve ışık hasıl olmuştur.

Bu tahkikten ötürüdür ki, geniş mukaddimelere ihtiyaç kalmamıştır. Ki onları, Şeyh Muhyiddin b.Arabi ve onun taraftarları alemin tekvininde ilmi ve harici tenezzülat ve taayyünat-ı ilmiye ve hariciye beyanından olarak anlatmışlardır. Hakikatları ve ayan-ı sabiteyi Vacib Teala'nın ilminde isbat edip onun akislerini dahi vücudun zahiri olan hariçte isbat etmişlerdir. Onun eserlerine dahi:

-Hariciyet... (dışa bağlı şeyler...) ismini vermişlerdir.

Nitekim bu mana, onların ıstılahına muttali olup da, sözlerine insafla bakana gizli değildir.

Bu tahkikten malum oldu ki:

Hariçte yüce Hak'tan başka mevcut değildir. Ne ayan, ne de ayanın eserleri. Belki de, bunların sübutu his ve vehim mertebesinde sübut bulmasında asla bir mahzur yoktur. Zira o vehmin yaratması ile mevhum olmamıştır ki, vehmin kalkması ile kalksın. Belki de şanı büyük Allah'ın yaratması ile vehim mertebesinde sübut bulmuştur. Bu mertebede onun sağlamlığı, muhkemliği vardır. Bu manada, bir ayet-i kerime meali şöyledir:

"Bu, Allah'ın san'atıdır ki; her şeyi sapasağlam yapmıştır. Şüphesiz o, ne yaparsanız, hakkıyla haberdardır."(27/88)

Bu beyanda da açığa çıktı ki, mümkinatın hakikatleri, ademlerden ibaret olup onlara Vacib ilmi makamında temeyyüz ve taayyün arız olmuştur. Böylelikle de, his ve vehim mertebesinde ikinci kere yüce Allah'ın san'atı ile sabit olmuştur.

Onlardan bazıları, şanı yüce Allah'ın isimlerine aynalar durumunu almışlardır. Böylece, bu mertebede, zıllıyet ve in'ikâs yolu ile hayy, alim, kadir, mürid, semi, basir ve mütekellim (canlı, bilici, güçlü, dileyen, gören, işiten ve konuşan) olmuştur.

Şeyh Muhyiddin b. Arabi'nin ve ona tabi olanların tahkiki şudur:

-Mümkinatın hakikatleri, ilmi ilâhi isimlerin suretleri olup vücudi tenezzülat-ı hamsenin biridir.

Umumi olarak, bu Fakir'in anlayışına göre, mürnkinaîın hakikatleri ise şöyledir: Ademler... Halbuki, Şeyh katında tenezzül eden vücudlardır.

Hazret-i Şeyh, kesret görüntüsünü, hariçte sabit gördü. Dedi ki:

-Tekessür eden ilmi suretler, mümkinatın hakikatleridir;

Sonra bunları:

-Ayan-ı sabite olarak tabir etmiştir. Sonra şöyle dedi:

-Bunlar, yüce vücud zahirinin aynasında in'ikâs etmiştir. Ondan başkada, hariçte mevcut yoktur. Böylelikle onlara, hariçte bir görünme arız olmuş; hariçte mevcutmuş gibi görünmüştür. Halbuki, gerçek mana ile, hariçte yüce Zat'tan başkası yoktur.

Sonra şöyle demiştir:

-Bu ilmi suretlerden her birine, vakitlerden bir vakitte; o suretlere ayna gibi olan zahir vücudla keyfiyeti meçhul olan bir nisbet vardır, iş bu nisbet, o suretlerin hariçte görünür olmalarına sebep olmaktadır. Bu nisbet ise, hiç kimseye malum değildir. Hatta enbiya bile, bu sırra muttali olmamışlardır.

O keyfiyeti meçhul nisbetin husulünden sonra, o suretlerin hariçte izharı için:

-Eşyanın halkı ve icadı (yani eşyanın yaratılıp vücud buldurulması) demiştir.

Fakir'in bulmuş olduğu daha önce anlatılan tahkike gelince... Şöyledir:

-Eşya, hariçte nasıl kendisinin vücudu olmayan bir şey ise, hariçte onun görünmesi dahi, kendi renksizliği iledir. Hariçte, başkasının vücudu, görünmesi ve bir işi yoktur. Eğer onun için bir görüntü sabit olur ise, o vehim mertebesindedir. Eğer onun bir sübutu var ise, o dahi, yüce Allah'ın vehim mertebesindeki san'atı iledir.

Hulâsa, onun sübutu ve görüntüsü, tek mertebede olmaktadır. Sübutu bir yerde, görüntüsü dahi, ayrı bir yerde değildir. Misal olarak, nokta-i cevvaleden meydana gelen daireyi verebiliriz. Onun sübutu hariçte olmayıp vehim mertebesinde olduğu gibi, görüntüsü dahi o mertebededir. Onun hariçte bir nişanı yoktur ki, orada görünür ola...

Bu babda netice şu ki:

Çoğu kez vehmi görüntü, harici görüntü sanılır. Nasıl ki, bakan bir kimse, misal alemindeki misali suretleri; ayık halde batın hissi ile görür ve hayal eder ki onları, zahir hasebi ile görmüştür.

Bu gibi, şüpheli durumlar çok olur. Salik mertebelerden bir mertebe bulur ki bu, başkalarına da benzer. Dolayısı ile, onun için vereceği hükmü, bunun için verir.

Üzerinde durduğumuz mana da, anlatılandan farklı değildir. Şöyle ki:

O mevhum daire, hayalde resmedilir. O resmedildiği mertebede de görülür. Amma hayal gözü ile... Fakat, hariçte baş gözü ile görüldüğü tahayyül edilir. Ne var ki, durum öyle değildir. Nokta-i cevvalenin mahalli olan hariçte onun ne namı vardır; ne de nişanı. Evet, böyle bir durumu yoktur ki, orada görüle...

Aynaya akseden bir şahsın sureti dahi, bu minval üzeredir. Zira onun hariçte bir sübutu yoktur. Hatta bir görüntüsü de yoktur. Elbette onun sübutu ve görüntüsü, her ikisi birden hayaldedir.

En iyi bilen Sübhan Allah'tır.

Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Şeyh Muhyiddin b.Arabi'nin zannına gelince, ki o, harici sanıp eşya için orada sebat ve görüntü isbat eylemiştir. Yani in'ikâs yollu... Ne var ki o, hariçte değildir. Elbette vehim mertebesindedir. Şanı yüce Allah'ın san'atı ile ona sebat ve takarrür hasıl olmuştur. Böylelikle tevehnüm edilmiştir ki, O hariçtir. Halbuki hariç olan bunun ötesinde olup, bizim şühudumuzdan ve hissimizden çok uzaklardadır. O ki, müşahedemize, hissimize, aklımıza ve hayalimize gelir; hepsi de vehim dairesine dahildir. Harici mevcud olan, fehimlerimizin ötesinin de ötesindedir. Orada aynalık yeri yoktur. O Hazret-i Zat'ta hangi suret in'ikâs edebilir!.. Görüntüler ve suretler, tamamen vehim ve his dairesine dahil olan zılâl mertebelerindendir.

Dua makamında bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, bize katından rahmet hibe eyle. İşimizde bizim için başarı hazırla..."(18/10)

***