Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979

472.Mektup

472. MEKTUP

MEVZUU: a) insanın zatının ademiyeti (yokluğu),

b) Onun zatının, nefs-i natıka olduğu,

c) Nefsin ve kalbin fenası,

d) İlm-i husuli'nin zevali.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, şeyhinin oğlu Hace Abdullah'a yazmıştır.

***

O Hakkü'l-Mübin zattır ki, kâinatta oluşan hadiselerle zatına, sıfatlarına ve isimlerine bir değişiklik gelmez. Zira.her tegayyür ve televvün ile, kâinat hadiselerinde vuka gelir; ancak adem mertebelerindedir.

Yüce mukaddes Hazret-i Vücud'a tenezzül ve tebeddül olmaz; ne hariçte ne de ilimde. Hem de hiçbir şekilde.

Anlatılan mananın beyanı şudur ki:

Vaktaki Sübhan Hak; zat, sıfat ve isimlere bağlı kemalâtını zuhura getirmeyi murad etti; onları eşyanın tecelligâhlarında ve göstermeye gelen yerlerinde tecelli ettirmek istedi; işte o zaman, her kemal için adem mertebelerinde o kemalin mukabili olarak bir nakledici tayin etti. Ona izafetle de, sair ademlerden dahi ayırd edici olacaktı ki, onun için ayna olabile.

Zira bir şeyin aynası, o şeyin mukabili ve zuhura gelmesinin de sebebidir. Eşya dahi, zıddı ile tebeyyün eder.

Kemalâtı göstermeye kabiliyeti olan ademlere gelince, bunları dahi, dilediği vakitte, his ve vehim mertebesinde vücuda getirdi. Ve onlara istikrar ve muhkemlik verdi. O kemâlatın bütününü dahi, o ademlerde in'ikâs eder duruma getirdi.

Anlatın in'ikâs ile, o ademleri, hayy, alim, kadir, mürid, basir, cemi, mü-tekellim (canlı, bilici, güçlü, dileyen, gören, duyan, konuşan) eyledi. Yani o mertebede. Lâkin, onu hissedilir bir şey kılmıştır. Şunun için ki: Evvela ademde tasarruf eyleye; amma onda başka bir şey yaratmadan. Ve bu tasarruf ile onu mülayim ve yatkın bir hale getire; sonra onda kemali zuhura getire.

Tıpkı bir mum gibi ki, önce yatkın ve mülayim hale getirilir; sonra da istenen şekil ve suret verilir.

Şunun bilinmesi yerinde olur ki, burada ademden murad, harici vücudun mukabili olan harici ademdir. Bu durumu ile, adem mertebesinde vaki olan icadına da münafi değildir. Bununla beraber biz diyoruz ki:

-Ademe münafi olan, onun nakzedicisi olan vücuddur. Halbuki adem, vücud olamaz. Amma mevcud olduğu zaman da, asla bir mahzur yoktur. Nitekim vücud hakkında şöyle demişlerdir:

-O, ikinci makulat cümlesinden olup hariçte onun (yani ikinci malukatın) vücudu yoktur. O kadar ki, hariçte bu madumdur. Üstte yapılan tahkikten malum oldu ki:

Eşyanın hakikatleri ademlerden ibaret olup onlarda yüce mukaddes vücud mertebesinin kemalâtı in'ikâs eylemiştir. Yüce Hakkın vücud vermesi ile de, onlara vehmi olan tahakkuk ve sübut hasıl olmuştur. His ve vehim mertebesinde dahi, istikrar ve devamlılık vermiştir. Böyle olunca da eşyanın zatı o ademler olmuş ve onda kemâlatın in'ikâsı dahi onlar için kuvvetler ve cevahir mesabesine girmiştir.

***

Üstte anlatılan mukaddimeleri yaptıktan sonra; velâyet-i hassaya taalluku olan asıl maksad beyanında dahi birkaç cümle beyan edelim. Bunların da, akıl kulağı ile dinlenmesi gerek.

Bilesin ki,

Allahu Teala, seni irşad eyleyip doğru yola hidayet nasib eylesin.

İnsanın hakikati ve zatı adem olup nefs-i natıkanın da hakikatidir. Bunda; işin başında:

-Nefs-i emmare diye tabir edilir. İnsan fertlerinden her biri:

-Ene... (Ben...) lâfzı ile ona işaret etmektedir.

Anlatılan manaya göre, insanın zatı, o nefs-i emmare olmakta ve insanın diğer letaifi ise, onun için kuvveler ve cevarih gibi olmaktadırlar.

Haddizatında adem, sırf şer ve ve hayırlı olmaktan yana bir koku almadığı için nefis dahi, sırf serdir. Hayırlı olmaktan yana onda hiçbir koku yoktur.

Habasetinden ve cehaletinden ötürüdür ki, in'ikâs ve zıllıyet yolu ile kendisinde zuhura gelen kemalâtı kendisine mal etme iddiasındadır. Aslı ile sabit olan bu kemalâtın kıyamını dahi kendisine bağlamaktadır. Sanır ki, bu kemalât ile kendisi kâmil ve hayırdır. Bu cihetten de, efendilik iddiasına çalışmakta ve kemalâtta Rabbi ile ortaklığa girişmektedir.

Gücü ve kuvveti dahi kendisinden sanmaktadır. Yine kendisini tasarruf ehli saymaktadır.

İster ki, her şey, kendisine tabi olsun.

Her şeyden çok kendisini sevmektedir. Başkasını sevmesi dahi, kendisi için olup onlar için değildir.

Anlatılan bu fasit tahayyülât sebebi iledir ki, Mevtasına karşı zati bir düşmanlık kazanmaktadır. Onun, inzal buyurulan hükümlerine de inanmaz. Kendi nevasına uyar. Bu manadan olarak, bir kudsi hadiste şöyle buyuruldu:

"Nefsine düşman ol; zira o benim düşmanlığıma saplandı.."

Sübhan Hak, alemlere rahmetinden ve şefkatinden ötürüdür ki, enbiyayı gönderdi.

Şunun için ki: Hakkı, Sübhan Hakka davet ederler; düşman evlerini dahi tahrip ederek, onları yüce Mevlâ'ya delâlet etmek sureti ile de, cehaletten ve habasetten dahi halâs eyleyeler. Serlerine ve noksanlarına dahi muttali ki lalar.

Her kime ki, ezeli saadet yetişmiştir; bu büyüklerin davetine icabet eder, cehaletinden e habasetinden dahi rücu eder. İnzal olunan hükümlere dahi boynunu eğer.

***

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki, nefsin tezkiye yolu ikidir:

a) Bir yol var ki, rizayetlere ve mücahedelere taalluk eder; bu inabe yolu olup müridlere mahsustur.

b) ikinci yola gelince, cezbe ve mahabbet yoludur. Bu dahi, içtiba yolu olup murad olanlara mahsustur.

Bu iki yol arasında çok fark vardır.

Birincisi: Matlub canibine seyirdir.

ikincisi: Maksud tarafına çekilmektir (yani Cerr).

Seyir ile, çekilmek arasında çok fark, belli açıklık vardır.

Bir devlet sahibine, sabıktaki kerem sebebi ile içtiba yolundan çekilme murad edilir ise, kendisine cezbe ve mahabbet ihsan olunur. Yani mukaddes Zat'a. Çekile çekile maksuda ulaşır.

Bunlar arasında saadete ulaşan olur ise, o fena haddine götürülür; ma-sivayı görmekten ve bilmekten kurtarılır. Kendisi, afaki ve enfüsü geçirtilir.

Afaki unutmak, kalbin fena bulmasına bağlıdır.

Enfüsü unutmak ise, nefs-i emmarenin fenasına kalmıştır.

Birinci, ilm-i husulinin zevali vardır.

İkincide, ilm-i husulinin zevali vardır.

Nefs-i haziranın zevali tahakkuk etmedikçe, huzuri ilmin zevali tasavvur edilemez. Nefs-i hazıra, kaim durduğu süre, huzuri ilim mevcuttur. Çünkü huzuri ilim, nefs-i hazıradan ibarettir; ondan başka bir şey değildir.

Nefsin fenasında şühudi zeval, onun vücudi zevalinden ibarettir. Amma, kalbin fenasında itibar edilen şühudi zeval böyle değildir. Zira o, kalbin varlığının zevalini gerektirmez. Çünkü orada şühud, müşahede eden üzerine zaid bir şeydir. Birinin fenası, diğerinin fenasını gerektirmez.

***

BİR TENBİH

Ahmak sanmaya ki, Vahdet-i vücud erbabına müyesser olan bekabillah makamında, nefs-i haziranın zevali hasıl olur. Zira, orada hazır olan Sübhan Hak'tır. Salikin fani nefsi değil.

Biz diyelim ki:

-O makamda hazır olan salikin nefsidir. Salik dahi onu hakkıyet unvanı il.e tasavvur etmiştir.

Ne var ki Sübhan Hak, böyle bir tayyünden ve huzurdan münezzeh ve müberradır. Böyle bir şeyin olması; şu mısrada anlatılan mana kabilindendir.

Rüyasında fare, kendini görmüş deve...

Ancak orada, nefs-i hazıraya ilmin zevali vardır; bu da husuli ilim aksamındandır. Amma huzuri ilmin zevalini gerektiren nefs-i haziranın zevali değildir.

Nefs-i haziranın zevali ise, onun aynen ve eser olarak zevalinden ibarettir. Ve bu, nefs-i hazırayı bilmenin zevali değildir. İki mana arasında çok fark vardır.

***