29-Bölüm
:029:
İKİNCİ KİTAB
Bedenlerin aynası olan anatomi ilmi; cisim ve canın
hürriyetini, hayvanî ve
bitkisel ve üçleri, bedene ilişkin olan insanî ruhu ve geçici
olan ruhun
bazı durumlarını beş bahisle hakîmâne
açıklar.
Anatomi ilminin faydalarını, can ve cismin geldikleri ve
gidecekleri yeri,
uzuvların tabiatlarını, insan cisminin bileşim
ve karışımının, doğuşunu,
açık ve gizli uzuvların özelliklerini, isimlerini ve
kısımlarını üç Bölüm
ile anlatır.
Anatomi ilminin faydalarını, hayvanî ruhun bedende
bazı tasarruflarını,
insan bedeninin geliş ve gidiş yerini, cisim ve
canın yükseliş ve inişini,
bedenin değişimini, geçici ruhun bekasını,
anne gibi olan cihan terbiyesini
altı madde ile
açıklar.
Anatomi ilminin
faydalarını topluca bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar,
bedenlerin bileşimi ilmine: Anatomi ve
hürriyet adını
vermişlerdir. Bedenlerin ve ruhların sırlarına ve
tavırlarına
yetmişlerdir. İmam Şafiî (Allah ondan razı olsun)
hazretleri:
"İlim ikidir: Bedenler,
dinler ilmi," hadisi üzere, bedenler ilminin
(anatomi) önemli ve lüzumlu ilimlerden
olduğunu duyurmuştur. Şu halde
anatomi, bir aziz ve leziz ilimdir ki,
hakikatin hikmetine ermişlerin
neticesi, mütehassıs tabiblerin
sermayesi, yakine ulaşanların nefislerinin
gıdası, din ve dünya
hasletlerinin vesilesi, Mevla'yı tanımaya vasıta ve
yardımcıdır. Zira ki,
anatomi ilmini bilmeyen, tıptan, hikmetten ve kendini
tanımaktan gafil, Hak'kı
tanımaya ulaşmaktan uzaktır. Halbuki insanların
çoğu onu bilmekte
aldanmıştır. Eğer tahsil eden olursa da, tıpla mâhir
olmak için eğilir. Ancak
Allah'ı tanımak için onu tahsil eden metanet
bulup, kendini tanımaya ve ondan
Hak'kı tanımaya ulaşır. Şu halde, eğer
anatomiyi mütalaa edip,
yaratıcının kudretinin
şaşırtıcılığını onda
müşahede edersen, sana üç türlü
faydası olur. Birinci fayda budur ki: Böyle
bir bileşim eserini seyredip,
bilirsin ki, bunun gibi bütün eşyanın
benzerlerini toplayıcı olan
muhtasar binayı ve süslü şekli; en mükemmel
nizam ve en güzel
yaratılış ve intizam üzere yaratan Hallak-ı zü'l-Celal'de
acz ve kusur tasavvuru muhal
iştir. Şu halde ondan, hakîm olan Yaratıcının
kudretini kesin ilimle bilirsin. İkinci
fayda budur ki: Bunculeyin faydalı,
anlayışlı ve süslü
bileşiği icat eden yorulmaz Yaratıcı'da ilmin kemali
olmamak ne ihtimaldir. Şu halde
ondan yaratıcı olan Allah'ın alîm ve hakîm
olduğunu yakîn gözüyle mütalaa
edersin. Üçüncü fayda budur ki: Hak
Taâlâ'nın sana ondan çeşitli
lütûf ve inayetlerini, şefkat ve
merhametlerinin kemalini
idrak edip, ondan Rabbinin seni, he an terbiye
kıldığını
yakın bir gerçekle müşahede edersin. Zira ki Yaratıcı
Taâlâ,
bedenlerin bileşiminde, hikmetlerden, faydalardan ve
zinetlerden bir kusur
koymayıp, hepsini en mükemmel yapmıştır.
Alemlerin Rabbinin bu lütûf ve
keremleri, sadece insana mahsus değildir. Belki onsekizbin
âleme şâmildir.
Hatta atlar, kediler, canavarlar, kuşlar, sinekler,
arılar, yılanlar ve
karıncaların hayat ve bekasına, ziynet ve
yaşayışına gerçek sebeb olan;
durumlarında ve tavırlarında hiçbir kusur
koymayıp, hepsini kemal üzere
tasvir ve tadil etmiştir. Nitekim İmam Gazali (Allah ona
rahmet etsin):
"İmkanlar âleminde daha bediî durum olamaz,"
buyurup, bu mânâyı
duyurmuştur.
Şu halde anatomi, insan nefsini tanımanın
anahtarıdır. Allah'ı tanımanın
anahtarıdır. Ama nefsi tanımak, Hak'kı
tanımaya nispetle, güneşten zerre,
denizden damladır.
Beden bir bileşimdir ki, insan nefsi ona binmiş gibidir.
Allah'ı tanımak,
asıl maksattır. Şu halde bir kimse bedeninden,
nefsini idrak etmeksizin,
Alemlerin Rabbini tanıma davasını eylese, o kimse
öyle bir müflise benzer
ki; kendi yiyeceği ve içeceği olmayıp, beldenin
fakirlerini toptan ziyafete
davet eder. Herkese lazımdır ki, önce kendi nefsini
bilmeye, sonra Rabbini
bilmeye yönele. Ta ki muhabbete nâil ve sevgiliye
ulaşıcı, muradını elde
edici ola. Zira ki nefsi tanımak, Hak'kı
tanımayı gerektirdiği gibi, Hak'kı
tanımak dahi sevgisini gerektirir.
Mesela güzel bir yazıyı veya fasih bir
şiiri görüp okursan ve
bunların yazıcısını bilip, ona sevgi duyup, onunla
karşılaşmayı gönülden arzu edersin. O dahi sana dost olup muhabbet ve
muvafakat eyler. Ey
Allah'ımız, bizi kendimizi tanımayı ve kendini
tanımayı
nasip et. Sevginle
rızıklandır. Ya Vedut, ya Allah, ya Rahman, ya Rahim!
İnsan bedeninde olan
Yaratıcı'nın garip eserlerini, Hak'kın emriyle hayvanî
nefsin bazı
tasarruflarını, bedenlerin azalarının bazı
özelliklerini
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar
demişlerdir ki: İnsanın en büyük rüknü
kalbi, en küçük rüknü
kalıbıdır ki kalbin kabuğudur. Nitekim insan
bedeni,
cihanın özüdür. Bunun gibi insan kalbi, bedenlerin özüdür.
Şu halde özlerin
özü olan gönül, Rahman'ın evidir. Astronominin anatomiye
yardımı olduğu
gibi, anatomi dahi kalb ilmine yardımcı ve yol
göstericidir. Zira ki,
bedenin yaratılışında o kadar acayip sanatlar,
garip hikmetler,renkli süsler
ve çeşitli hizmetler vardır ki, sınırlanamaz
ve özetlenemez ve
sayılamazdır. Açık ve gizli olan azanın her
birinde nice faideler vardır
ki, halkın çoğu onlardan habersizdir. Mesela insanda
nice yüz adet kemikler
ve nice yüz adet sinirler ve nice yüz adet damarlar ve nice yüz
adet
ihtiyarî hareketler konulmuş ve tertip
kılınmıştır. Her biri bir
başka
yapıda bir
başka sıfatta, bir başka hizmette ve bir başka harekette
bulunmuştur. Her
biri bir başka yararlı iş için
yaratılmıştır. Yakînen
anlarsın ki, hepsi
topluca kaleme alınmıştır.
İnsanların
çoğu, bunlardan bilgisi ve keyfiyetlerinden gafil bulunmuştur.
İnsanlar ancak bunu
bilirler ki, göz bakmak ve el tutmak için
yaratılmıştır.
Lakin göz ki, on tabakadır. O tabakalar nedendir
ve
faydaları nelerdir bilmezler. Eğe o tabakaların
birine halel gelse, göz
görmekten kalır. O halel neden gelir ve niçin göz görmez
olur, bilmezler.
Elde kaç kemik, kaç sinir ve kaç damar olduğunu ve her biri
ne yapıda düzen
bulduğunu ve ne tarz ile hareket ettiğini bilmezler.
Bedenin içinde olan
ruh uzuvlarının şekil ve tabiatları nicedir, her
birin kuvvet ve hizmeti
nedir ve nefs kuvvetlerinin san'at ve menfaati nedir bilmezler.
Mesela
içeride yürek, mide, ciğer, dalak, öd kesesi gibi uzuvlar;
çekme, tutma,
hazmetme, dışarı atma, şekil verme ve üreme
kuvveti gibi kuvvetlerin hepsi,
bedende hizmetçi tayin olunmuştur. Her biri kendi hizmetinde kaim, her ân
müdavim
bulunmuştur. Her biri kendi hizmetinde kaim, her ân müdavim
bulunmuştur. Zira
ki hayat kaynağı olan yürek, dembedem bu uzuvlara çeşitli
areket ve kuvvet vermektedir. Midede olan çekme kuvveti muhtelif
yemekleri
mideye çekip; tutma kuvveti koruyup ve hazmetme kuvveti
pişirmektedir.
Ayırıcı kuvvet, pişmiş
gıdaların kesifini latifinden ayırıp, atma kuvveti
kesif olanları mideden bağırsaklara itmektedir.
Ondan midede kalan latifi,
ciğer kendine çekip, ciğerde olan şekillendirme
kuvveti, onu kan renginde
boyamaktadır. Onun üzerinde ortaya çıkan siyah köpük ki,
ona sevda derler,
onu dalak çekip, kendinde değişime
uğratmaktadır. Onda kalan sarı köpük ki,
ona safra derer, onu safra kesesi ki, öddür, kendine çekip
değiştirmektir.
Onda olan balgamı dahi akciğere çekip, nefesle
gırtlak yoluna itmektedir.
Daha sonra bunlardan hâsıl olan kan, ciğer içinde suyla
karışıp, kıvam
bulduğundan; ondan o suyu böbrek kendine çekip
değiştirmektedir.
Böbreklerde kalan tortu sidiğe dönüşüp, mesaneye
gitmektedir. Sonra ciğerde
kalıp, kıvamına gelenden saf kan, damarlar yoluyla
bütün uzuvlara
ulaşmaktadır. Büyüme kuvveti, ondan uzuvlara büyüme ve
gelişme verip, et ve
yağ gibi kuvvet ve kudret hâsıl olmaktadır. Sonra
damarla içinde kalan
kandan, üreme kuvveti erkeklerde meni, kadınlarda yumurta ve
süt meydana
getirip, her biri kendi yerlerine gelmekte ve dolmaktadır.
Eğer dalağa bir illet erişip, kandan siyah
köpüğü ayırıp, devretmese; o
köpük ile karışmış kalan kan, bedenin
uzuvlarına gelip, ondan humma, cüzzam
ve delilik gibi hastalıklar meydana gelir. Eğe öd
kesesine bir illet
erişip, safrayı kadan ayırmasa, o kandan
sarılık gibi safravî hastalıklar
peyda olur. Bunun benzerleri, bedende olan aza ve kuvvetlerin her
biri
kendi hizmetinde olur. Eğer bunların biri noksan olsa ya
hizmetten kalsa
çeşitli hastalıklar ortaya çıkması ile beden
helak olup, insan nefsi onda
tasarruftan kalır.
Üçüncü Madde
İnsan bedeninin başlangıç ve sonunu bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki; filozoflar demişlerdir ki:
Bedenlerin başlangıcı
ve sonu topraktır. Nitekim Hak Taâlâ Kelâm-ı Kadim'inde:
"Sizi yerden
yarattık; yine ölümünüzden sonra sizi toprağa
döndüreceğiz. Hem de ondan
sizi başka bir defa aha çıkaracağız."
(20/55) buyurmuştur. Zira ki yukarıda
açıklandığı üzere yıldızların
şualarının tesirleri ile dört unsur toplanıp,
kaynaşmaları bir miktar itidal buldukta; toprak kendi
suretini terkedip,
bitki suretine gelir. O bitki ya ekmek veya hayvan yemi olur.
Böylece ekmek
ve hayvan, insan gıdası olduğundan, sözü edilen
kuvvetler bu minval üzere
hizmetlerinde bulunup; çekme kuvveti, ki iştihadır,
gıdayı çekip, tutma
kuvveti hıfzedip, hazmetme kuvveti pişirir. Ayırt
etme kuvveti kalını
inceden ayırıp, itme kuvveti kalını
bağırsaklar yolundan çıkartıp gider. Bu
durumlar, kuvvet ve zayıflığa göre iki saatte veya
üç saatte veya dört
saatte midede meydana gelir ki, ona ilk hazım derler. Sonra
inceyi, ciğer
kendine çekip sözü edilen kuvvetler midedeki işlemleri bir
daha orada
işlerler. O zaman orada kesif olan dört kısım olu
ki: Bir kısmı dalağa
gidip siyah köpük olur. Bir kısmı safra kesesine gidip
safra olur. Bir
kısmı böbreğe gidip sidik olarak mesaneyi bulur.
Bir kısmı akciğer tarafına
gelip, göğüste balgam olur. Bu durumlar dahi kuvvet ve
zayıflığa göre iki,
üç, dört saatte ciğerde meydana gelir ki, buna ikinci
hazım derler. Onda
kalan latif halis kan olup, ana damarlara ve azaya akıp
gider. Bu
kuvvetler, işlemlerini bir daha damarlar içinde belirli bir
müddetle
tamamlarlar ki, buna üçüncü hazım derler. Bu hazmın
tortusu deliklerden
çıkıp; kulak kiri, çapak, burun kiri, kıl,
tırnak, ter ve uzuvların kiri
olur. Eğer bunlardan fazla o tortudan bir nesne kalırsa
akıntı, nezle,
yara, cerahat gibi
hastalıklar olur. Damarlar içinde kalan latif kanın her
cüz'ü bir uzva bölünüp, şekil verme kuvveti o cüzleri bulunduğu uzuvlar
rengi ile tasvir eylediği halde, o
kuvvetler o işleri o müddette o damarlar
içinde bir dahi ederler ki, buna
dördüncü hazım derler. Bu hazmın kalıntısı
bedenden eksilen
kısımları doldurur, tamamlar. Belki fazla et ve yağ olup,
o cismi güzel ve yağlı eder. Kalan latifin
özünü, üreme kuvveti erkeklerin
sulbüne çekip, onda meni eder. Kadınların
göğsüne çekip, onda hem meni ve
hem süt eder. Sonra o gıda
hülasası olan meni, belirli bir kuvvette
birleşme vasıtası ile
kadınınki ile birleşir. Rahme düşer. Orada kırk güne
dek meni suretini terk edip, kan pıhtısı suretine
gelir. Yani uyuşmuş kan
olur. Ve bir kırk gün daha geçtiğinde yani seksen gün
sonra o kan pıhtısı
et parçası olur. Üçüncü kırk
gün tamamında yani yüzyirmi gün sonunda o et
parçası içinde kemikler, sinirler,
damarlar, uzuvlar, etler, yağlar,
saçlar, tırnaklar vücuda gelir. Dördüncü
ay tamamlandığında ceninin bütün
azaları olgunlaşıp, onda
hayvanî ruh tasarruf sahibi olup, göbek bağı
yolundan
gıdası kan olur. Çünkü nutfe rahimde karar bulup: Evvelki ayda
zühalin terbiyesinde olur. İkinci ayda müşterinin
terbiyesine gelir. Üçüncü
ayda merihin, dördüncü ayda güneşin, beşinci ayda
zührenin, altıncı ayda
utaritin ve yedincide ayın
terbiyesini bulur. O halde eğer yedi aylık
doğarsa o çocuk yaşar. Eğer
sekiz aylık doğarsa ölür. Zira ki, sekizinci
ayda zühalin terbiyesine gelir. Zühal,
soğuk ve kuru olduğunda tabiatı ölüm
olur. Eğer dokuz aylık
doğarsa müşterinin terbiyesinde olduğundan ölmez,
yaşar. Zira ki müşteri
rutubetli ve sıcaktır, tabiatı hayat olur. Anlatılan
başlangıç yolunu, Hak Taâlâ beyan
edip buyurmuştur: "Biz insanı muhakkak ki
çamurun özünden yarattık. Sonra
Adem'in neslini sağlam bir yerde (rahimde)
az bir su nutfe yaptık. Sora o
nutfeyi kan pıhtısı haline getirdik. Ondan
sonra kan pıhtısını
bir parça et yaptık; o et parçasını da kemikler haline
çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra
ona başka bir yaratılış verdik.
Bak ki şekil verenlerin en güzeli
olan Allah'ın şani ne yücedir!" (23/12-
14)
Bu tafsilin özü böyle olmuştur ki:
İnsan bedeninin madde ve aslı topraktır.
Toprak önce bitkiye gelip, ya ekmek
veya hayvan yeygisi olmuştur. O ekmek
ve hayvan insan gıdası olup,
ondan erkeklerde ve kadınlarda meni suretini
bulmuştur. Sonra ana rahminde
nutfe, kan pıhtısı, et parçası olup; kemik,
sinir, damar, et ve yağ ile
dolmuştur. Sonra ya kız veya erkek oldukta; ruh
bulup, doğup ortaya
çıkmıştır. Ya yaşayıp kemalini bulmuştur. Veya
akıl
baliğ olmayıp çocuk iken
ölmüştür. Halbuki feleklerin hareketleri ve
yıldızların şuaları ile toprak unsurunun
bin cüz'ünden ancak bir cüz'ü
bitki olur. Bitkinin bin cüz'ünden bir cüz'ü ancak ekmek ve hayvan
olur.
Hayvanın binde biri ancak insan gıdası olur.
Gıdanın bin cüz'ünden bir
damlası meni olur. Bin damla
meniden ancak bir damlası rahme düşer.
Rahimlere düşen nutfelerden binde biri çocuk olarak
doğar. Bunca doğanın
binde biri yaşar. Bunca yaşayanın binde biri
akıl baliğ olur. Nice bin
akıllının ancak biri mü'min olur. Nice bin mü'minin
ancak biri âlim olur.
Nice bin âlimin ancak biri hakikatı araştırır.
Nice bin araştırıcının ancak
biri ârif olur. Nice bin
ârifin ancak biri kemale ulaşır. Şu halde
feleklerin hareketleri
ve unsurların birleşmesinde, bileşiklerin ortaya
çıkması ve
bütün kâinatın yapısından murat ve maksadımız ancak
kamil
insanın
varlığının şerefi bulunmuştur. Kamil insanın
gayrisi hep ona çocuk,
hizmetçi ve tâbi
kılınmıştır. Nitekim insanoğlunun en mükemmeli
Habib-i
Ekrem Sallallahu Aleyhi
ve Sellem Hazretlerinin şanında: "Sen olmasaydın,
sen olmasaydın
felekleri yaratmazdım," denilmiştir. Bu mânâ bu beyt ile
bilinmiştir:
BEYT
Her bin senede bir gönül burcuna gelir
Aşk göklerinden olmuş bir yıldız
İnsanın bedeninin başlangıcı, bu
açıklama ile ortaya çıkmıştır. Şu halde:
"Her şey aslına döner," hükmünce, bedenlerin
sonu dahi bundan ortaya çıkıp
anlaşılmıştır.
Cismin ve canın iniş ve çıkış
keyfiyetini, bedenin konaklarını kat ederek
dönüşünü; insanî ruhu, bedenin değişimini ve
geçici ruhun bekasını
bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Eğer
bir kimse murat
eylese ki, kendisine vad olunan dönüş yerini
araştıra ve dönüşünün
menzillerini kat edip aslına gide.
O,
hemen bunu bilsin ki, ihtiyarlıktan
önce kırarmıştı. Ondan önce civan olmuş
idi. Civanlıktan önce çocuk olmuş
idi. Çocukluktan önce ana rahminde cenin olmuş idi. Ondan önce et parçası
olmuş idi. Ondan önce kan
pıhtısı olmuş idi. Ondan önce rahimde, kadının ve
erkeğin dölünden
birleşmiş nutfe olmuş idi. Ondan önce, babanın sulbünde ve
ananın göğsünde meni
olmuş idi. Ondan önce damarlar içinde kan olmuş idi.
Ondan önce babanın ve ananın
gıdası olmuş idi. Ondan önce
hayvanî olmuş
idi. Ondan önce bitkisel
olmuş idi. Ondan önce unsurların cüzleriyle
karışmış
toprak idi. Topraktan önce mutlak cisimdi. Ondan öne küllî
tabiattı. Ondan önce mücerret cevherdi. Şu halde o
kimse ki, hal ile bu
makama yetmiştir. O, cisimlerin ve ruhların
yollarını tamamıyle kat edip
gitmiştir. karanlık ve nur perdelerini toptan
kaldırmıştır. Kendi nefsini
anlayıp bilmiştir. Mevlasını
tanımış ve bilmiştir. Başlangıç ve sonunu
bilip, kanden gelip gittiğini
anlayıp, ârif ve Hak'ka ulaşıcı olmuştur. Bu
ruhanî miracla he müşkülü çözüp,
her muradı hâsıl olmuştur.
Bu değişimlerden ortaya
çıkan budur ki, gerçi insanî ruh, işleriyle bedene
yoldaştır. Lâkin zatıyle
başkadır ve ondan ayrıdır. Zira ki ruh, mücerret
bir cevherdir ki, bir hal üzere
bakidir. Beden ise her anda değişici ve
fânidir. Ruh o yönden bedenden gayridir ki, o, bedenin
menzillerinin
hepsini seyir edip, birbirinden fark etmiş ve
ayırmıştır. Başlangıç ve sonu
tefekkürle geçip, tezekkürle nihayetine gitmiştir. Tahkik ve
yakîn ile
gereği gibi durumların hakikatine yetmiştir.
O halde bir kimse ki, ölçüp biçebilmiştir; o kimse o nesnein
aynısı
olmayıp, gayri olmuştur. Ruhun, cisimden başka
olduğuna hikmet kitaplarında
deliller çoktur. Burada uzatmaya hacet yoktur. Lâkin burada münasip delil
budur ki: Ruh, ancak o ruhtur ki, bu
beden beş yaşında idi ama beden o
değildir. Zira beden bunca
şekillere girip, nice sıfatlar bulmuştur.
Uzunlukta, genişlikte ve
derinlikte hareketle büyük olmuştur. Ya önce civan
idi, şimdi ihtiyar olmuştur. Veya
güçlü idi, zayıf olmuştur. Latif idi,
kesif olmuştur. Şu halde
gerçekte ihtiyar olan beden, genç olan bedenin
gayrisidir. Civan olan beden dahi,
çocuk olan bedenin gayrisidir. Gerçi
bedene bunca değişim ve
farklılık gelip, lakin insan ruhu yine önceki
durumda kalır. Tabii ölüm
vaktinde, ayrıldığı bedenden ki, onu kabirde ve
mahşerde bulur. Onunla ya
cehennemde elem çeker ve cennette nimetlenmiş
olup kalır.
Beşinci Madde
Bedenlerin
değişiminin keyfiyetini ve geçici ruhun bekasını bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar
demişlerdir ki: İnsan ruhu değişici
olmayıp, bedeni değişici
olduğunun sebebi budur ki: Ruh ulvî âlemden
gelmiştir. Ulvi âlemde oluşum
ve bozuşum olmadığından, onun cüzü bulunan
ruh dahi bir karar üzere kalmıştır. Bu bedenin
parçaları, bu süflî âlemden
alınmıştır. Halbuki süflî âlem oluşum ve
bozuşuma mahâl kılınmıştır. Çünkü
beden dört unsurdan yaratılmıştır. Şu
halde insanın bu bileşimi, bu oluşum
ve bozuşum âleminin bir cüzü bulunmuştur. Parçalar ise
daima bütüne dönücü
olup, bütün dahi cüzüne eğilimli ve feyiz verici
bilinmiştir.
Cüzün külle dönüşünün delili budur ki: İnsan ihtiyar
olup, cân âlemine
döner. "Biz Allah'ın kuluyuz ve yine ona
döneceğiz," (2/156) âyet-i
kerimesi, hükmünü bulur.
Bütünün parçaya meyl ve feyzinin delili
budur ki: Daima İlâhî fazlın feyzi,
külli akıl vasıtasıyle
mülk âlemine incidir. Nitekim: "Hamd âlemlerin
Rabbine mahsustur," (1/1), âyet-i
kerimesi, buna şahit ve âdildir. Şu halde
bütün, parçaya meyledici ve feyz verici
olduğu gibi; parça dahi bütüne
dönücü ve meyledicidir. Parçanın
bütüne dönüşünün bir delili dahi budur ki:
İnsan acıkıcı ve
susayıcı olur. Zira ki bedenin parçalarının, bütün
tarafına dönüşü her â olur. Şu halde
ondan bedene za'f ve noksan gelir.
Yeme ve içmeye koyulmakla, beden için eksilen yerine gelici olur.
Yani
unsurlar tarafına giden bedensel parçaların yerine,
gıdadan bedene gelip
yine beden ondan kuvvet bulur. Çünkü bedenin gıdası,
yine kendi aslı
bulunan unsurlardan hâsıl olan bitki ve hayvandır.
Şu halde hakikatte
bedenlerimizin beş senelik parçaları tümden
ayrışıp, dembedem tedric ile
bedenlerimizden dışarı çıkıp, bütüne
gitmiştir. Mesela ellibeş yaşımızda
iken bedenlerimizde olan parçalar, elli yaşımızda
olanın gayrisidir ki,
ayrışanların bedeli gıdadan gelip, yine
yavaş yavaş bedenimize parçalar
olup, bütüne giden parçaların yerine dolup, bedenin
şekillerinde teşekkül
etmiştir. Lakin bu durumlara vâkıf olmayanlar, bedeni,
ruh gibi bi durum
üzere sâbit kalır zannetmişlerdir. Bunun misali böyledir
ki: Bir kimse bir
sahrada ir çadır kurup, onun kazıkları ve ipleri
hep siyah olsa ve o
haftada bir defa varıp, bir siyah kazık çıkarıp,
yerine bir beyaz kazık
çaksa; bir siyah ipini çözüp, yerlerine başka beyaz
kazıklar ve ipler çakıp
ve bağlasa; o zaman bu değişikliğin
farkına varmayanlara o çadır, yine
geçen senede kurulduğu hal üzeredir ve bütün
parçalarıyla sâbit görünmüştür.
Halbuki onun bütün kazıkları ve ipleri yenilenip,
değiştirilmiştir. Zira ki
bu beyaz kazıklar ve ipler, o siyah kazıkların ve
ipleri gayrisi
bulunmuştur. Aynen bunun gibi insan bedeni dahi her an
açık ve gizli
ayrışıp, ayrışanların yerine
gıdadan toplandığından, her beş senede bir
kere tamamen değişip, farklılık bulur,
bilinmiştir. Şu halde parçanın bütüne,
bütünün parçaya meyli bu deliller ile ispat olunmuştur.
Hakikatini en iyi
bilen Allah'dır.
Bu cihanın, bizi müşfik bir anne gibi terbiye
eylediğini bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bu âlem,
bizim şefkatli
annemizdir. Nitekim anne, çocuğunu terbiye eder. O
gıdaları ki, çocuk elde
edemez, annesi onları yer ki, onlardan süt hâsıl olup,
çocuğuna gıda olmaya
layık ola. Memenin yolundan çocuğunu verilip, onunla
beslene. Bunun gibi,
bu âlem dahi bizim üşfik annemizdir ki, iki göğüs
mesabesinde bulunan bitki
ve hayva yolundan layıkımız olan
gıdalarımızı bize ulaştırıp, çeşitli
renkte lezzetli meyveler ve nefis yemeklerle bizi yetiştirir.
Bu anne ki, âlem bilinmiştir. Başka annelerin aksi
bulunmuştur. Zira ki
bütün anneler, görünenlere yönelmişlerdir. Alem ise kendi
içine
yönelmiştir. Ta ki bize bakıcı olup,
yetişmemizde hazır ola. Şu halde
hakikatte henüz, halen biz kendi annemizin karnında
sâkinleriz ki: "Sait,
anası karnında saittir. Şaki,
anası karnında şakidir," hadis-i şerifini
bazıları böyle tevil
etmişlerdir. Bu mânâ, bu âyet-i kerimeye uygundur ki,
Hak Taâlâ: "Kim bu dünyada kör olursa,
artık o, ahirette de kördür ve yol
bakımından da daha
sapıktır." (17/72), buyurmuştur. Bu mânâyı, bir kâmil
bir beyt ile duyurmuştur.
BEYT
Kim ki bu dünyada ârif-i Hak
olmadı
Ta ebed bigâne kaldı bulmadı
Bu mânâ çok açıktır ki,
doğuştan kör olana asla ilâç olmaz. Şu halde iki
cihan saadetini hemen bu durumda elde
etmek mümkündür. Henüz anne
karnındayız, yani bu
âlemdeyiz. Burada kör olmak budur ki: İnsan kendini
bilmeye ve görmeye, kendi hakikatine
ermeye. Zira ki kendini bilmeyen çocuk
sayılır. Mevlasını
dahi bilmemiş ve bulmamış olur. Şu halde, o kimse iki
âlemde kör kalır. Onun için, peygamberler, veliler ve âlimler
gelmişlerdir
ki, halkı, Yaratan'a davet kılarlar. Cihan halkı,
Kur'an nuru, tevhid ilmi,
irfan ve Rahman'a ibadetle körlük illetinden kurtulalar. Kendini
bilme
vasıtasıyle, Hüda'ya âşina ve seçilmişlerin
seçilmişi olalar. Ebeden onunla
kalalar. Ey hay ve kayyum olan, göklerin ve yerin
yaratıcısı, mülkün sahibi
celal ve ikram sahibi olan Allahımız! izzetinle
kalblerimizi diriltmeni,
gözlerimizi seni tanıma nuruyla
nurlandırmanı dileriz. Ey Allah!
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |