Fıkıh Köşesi

İMAN İLE AMEL ARASINDAKİ MÜNASEBET

Soru: "Daha çocuk yaşta iken Kur'an kursu hocası bize "imanın rüknü, kalb ile tasdik ve dil ile ikrardır" cümlesini ezberletti. (..) Bazı eserlerde iman; "kalb ile tasdik, dille ikrar ve azalarla amel" şekline tarif edilmektedir. Bu tarif, daha uygun değil midir? (..) İman ile amel arasındaki münasebeti araştırırken, bazı tereddütlerim oldu. Mesela: Sahih-i Buhari'de, Hz. Ebu Zer'den rivayet edilen: "La ilahe illallah diyen cennete girer. Zina etsede, şarab içse de, hırsızlık yapsa da..." hadisi ile, Sahih-i Müslim'de Hz. Cabir'den rivayet edilen, "namazı terkedenin kafir olacağına" dair hadis arasındaki çelişki, dikkatimi çekti...(..) İmanın rükünleri ile amel arasında ne gibi münasebet vardır? Amellerin edasında ve kabulünde ölçü nedir? Günahların büyük veya küçük olarak tasnifi, ictihadi bir hadise midir? diyorsunuz.

CEVAP: Önce bir hususa işaret edelim. Müctehid olmayan bir mükellefin, muhtelif hadisler arasında, herhangi bir tercihte bulunması mümkün değildir. Şükrün karşılığı olan küfür (küfran-ı nimet) ile imanın zıddı olan küfür, mahiyet itibariyle birbirinden farklıdır. Bu girişten sonra meseleye geçebiliriz. İmam Ebu Hanife (rh.a)'ye göre imanın asli rüknü kalben tasdiktir. (1) Zira dil ile ikrar ettikleri halde; kalben tasdik etmeyen münafıklar, ahiret ahkamı açısından kafir hükmündedirler. Kur'an-ı Kerim'de: "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, kendileri iman etmiş olmadıkları halde "Allah'a ve ahiret gününe inandık" derler. Halbuki onlar inanıcı (insan)lar değildirler"(2) hükmü beyan buyurulmuştur. İmanı sadece "dil ile ikrar" kabul eden mürcie fırkası, münafıkların durumunu dikkate almayarak, hata etmiştir. Kalben tasdik eden bir kimsenin, bunu dil ile ikrar etmesi, dünya ahkamı açısından zaruridir. Dolayısıyle "iman rüknü, kalb ile tasdik ve dil ile ikrardır" şeklindeki tarif doğrudur. Bahsettiğiniz (...) isimli eserde, Harici itikadına mensup kimselerin eserlerinden alıntılar yapılmıştır. Hariciler ameli imanın bir cüzü kabul ettikleri için; emirü'l mü'minin Hz. Ali (ra)'yi (hakemin hükmüne razı olmasını bahane ederek) tekfir etmişlerdir. (3) Bu iddialarını; "Hüküm vermek sadece Allah'a mahsustur" ayetini, hevalarına göre tefsir ederek isbata çalıştıkları malumdur. Şimdi "İman ile amel arasında ne gibi ilişki vardır?" sualinize cevap vermeye gayret edelim. Her ibadetin, zahiri ve batini şartları vardır. Fukaha "Allahu Teala (cc)'nın rızasını kazanmak niyetiyle (ihlasla) ve şer'i şerife uygun olarak yapılan fiillere ibadet denilir" tarifinde ittifak etmiştir. Elbette iman ile ibadet arasında, önemli bir münasebet vardır. Bir kimse; sahih bir itikada sahip olmadığı müddetçe, hiçbir ameli makbul değildir. Amellerin edası ve kabulü meselesine gelince: Sahabeden Hz. Abdullah b. Ömer (ra): Biz önceleri bütün amellerin ve iyiliklerinin mutlaka kabul olunacağını zannediyorduk. Daha sonra "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygamber'e itaat edin. Amellerinizi iptal etmeyin" ayeti nazil olunca, "acaba amellerimizi iptal eden günahlar hangileridir?" suali zihinlerimize takıldı. Kendi kendimize bunların büyük günahlar olduğunu düşünmeye başlamıştık!.. Bir kimsenin büyük bir günah işlediğini görünce, "Eyvah helak oldu." diye hayıflanıyorduk!.. Nihayet "Şüphesiz ki Allah kendisine eş tanınmasını (şirk koşulmasını) affetmez. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için bağışlar" ayeti nazil olduktan sonra, kimse hakkında bir şey konuşmaz olduk" diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Her mü'min, emredilen amelleri eda etmekle mükelleftir. Kabulü sadece Allahu Teala (cc)'ya mahsustur. Kat'i nass ile sabit olan husus; günah işleyen Müslümanlara, tevbenin emredilmiş olduğudur. İmam-ı Maturidi (rh.a): "Günah işleyenler; helal kabul etmedikleri müddetçe, günahları sebebiyle imandan çıkmazlar. Çünkü haber-i mütevatirle sabit olan husus, büyük günahların tevbe ile bağışlanma ihtimalinin bulunduğudur. Büyüğü bağışlanınca, küçüğünün bağışlanma ihtimalı daha evladır"(4) diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Eğer günah işleyenler imandan çıkmış olsalardı, onlara "tevbe etmeleri" değil, "tecdid-i iman etmeleri" emrolunurdu. Bilindiği gibi hadd cezaları, büyük günah işleyen Müslümanlara tatbik edilir. Resul-i Ekrem (sav)'in evli olduğu halde zina eden Hz. Maiz (ra)'e recm cezasını tatbik etmiş ve aleyhinde konuşanları ikaz buyurduktan sonra: "Yemin ederim ki cezasını çeken o suçlu kişi, şimdi cennetin nehirlerinde yüzmektedir"(5) diyerek, amelin imandan bir cüz olmadığına işaret buyurmuştur. Günahların büyük ve küçük şeklindeki tasnifi; hem nass, hem istinbat ile sabittir. Nitekim bir Kur'an-ı Kerim'de: "Eğer yasak edildiğiniz büyük (günah)lardan kaçınırsanız, sizin (diğer) kabahatlerinizi örteriz"(6) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu ayet-i kerime'de büyük günah "kebair", kabahatler ise "seyyie" olarak anılmıştır. Hz. Osman (ra)'nın şehadetinden sonra; bazı gruplar "Büyük günah işleyen kimselere Müslüman diyemeyiz" iddiasını ortaya atmışlar ve ehl-i sünnet ve'l cemaatin yolundan ayrılmışlardır. Meselenin özü budur. Allahu Teala (cc) cümlemizi hakka tabi olan ve hakikat ile amel eden salih kullarından eylesin. Birbirimize dua edelim.

(1) İmam-ı Azam Ebu Hanife-El Alim ve'l Müteallim-Kahire: 1368 Sh: 57.
(2) El Bakara Suresi: 8.
(3) İbn-i Abidin-Reddü'l Muhtar-İst.: 1983 C: 9 Sh: 95-96.
(4) İmam-ı Maturidi-Kitabu't Tevhid-Beyrut: 1970 Sh: 329.
(5) Sünen-i Ebu Davud-İst.: 1401 C: 4 Sh: 580-581 Had. N0: 4428.
(6) En Nisa Suresi: 31