TEKFIR MES'ELESI
- Ayrıntılar
- Kategori: Fıkıh Ansiklopedisi
- Gösterim: 1757
TEKFIR MES'ELESI
Fıkıh kitaplarımızın "Elfâz-i Küfür" başlığı altında verdikleri ve çok basit fiilleri dahi küfür sayan ifadelerle; "bir kimsenin doksan dokuz işi kâfirce, biri müslümanca olsa onu yine müslüman saymalıyız" kanaatini nasıl bağdaştıracağız? Bir kimseyi kâfir sayabilmemiz için ne yapmış olması gerekir?
Bir çok yönü olan ve pek çok izahlar gerektiren bu meselenin bazı yönlerini belirtip, bir-iki ölçü vermeye çalışacağız: Öncelikle insan için en büyük olayın ve varlığın "iman" en korkunç şeyin de "imansızlık" olduğunu bilmek gerekir. "Bir kişinin imanına vesile olabilmek, insan,için üzerine Güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır" buyurulmuştur. Müslümanlar, olabildiğince çok kişinin iman nimetine kavuşmasını ve küfür karanlıklarından kurtulmasını arzu ederler. Esasen o bunun için yaşar, bunun için yaşamalıdır.
"Her günahta küfre açılan bir kapı vardır" denmiştir. Küfür ise insanın bütün iyi amellerini götürür. Bu kadar korkunç bir uçuruma düsülmemesi için âlimlerimiz âdeta titremişler ve küfre açılan her kapıyi küfür diyerek kapamak istemişlerdir. "Elfâz-i küfür" denilen sözlerin çoğu bununla beraber aynı zamanda "uluhiyyet" dairesine tecavüz sayılabilecek anlamlar taşırlar. Meselâ: Ben onunla Cennet'e dahi girmem" ifadesinde dolaylı olarak Allah'ı reddetme anlamı vardır. Eğer o Cennet'e girerse, onu oraya koyacak olan Allah'tır ve yaptığını bilerek yapmıştır (Alîm'dir), yaptığı yerli yerindedir (Hakîm'dir). Bu sözü söyleyen adam sanki: "Bu, Cennet'e girmeye layık değildir, oraya konulursa isabetsizlik yapılmış olur" demiş gibidir. Bu da Allah'â hata nisbet etmektir ki küfürdür. Bu söz de dolayısı ile küfür olmuş olur. Ancak -Allah'u a'lem- bunu şöyle anlamak gerekir: Bu söz, dolaylı olarak ifade ettiği mânâ ile küfür anlamı taşır. O dolaylı mânâyı ancak kâfirler öyle düşünebilirler. Müslüman öyle düşünemez, düşünmemelidir. Yoksa; "Bu sözü söyleyen hüküm bakımından kâfir olmuştur. Yani, bütün amelleri boşa gitmiştir, karısı boş olmuştur, katli gerekmiştir, mirastan mahrum olmuştur... vb." demek doğru değildir. Belki; "Böyle tehlikeli bir zemine götürecek bir adım atmıştır, Islâm bağına küfür ormanının dikenini dikmiştir. Derhal tevbe etmeli ve papatyaları kurutacak bu dikeni oradan söküp atmalıdır biçiminde anlamalıdır. Bu ifadenin sahibi bununla bizzat küfrü (Allah'ı kabullenmemeyi) kastetmiş olmadıkça kâfir sayılmaz (Karafi, el-Furuk, IV/295). "Elfaz-i küfür" denilen bu sözlerin pek çoğu ile de "küfür" fetvası verilemez denilmiştir.( Tekmiletül-Furuk, 22)
Diğer söze gelince: Halk arasında böyle söyleniyorsa bu yanlıştır. Çünkü "yüz amelinden birisi müslümanca olmayan" hiç kimse düşünülemez. En katmerli kâfirlerde bile, merhamet, cömertlik, iyilik severlik, büyüge saygı... vb. müslümanca bir davranış mutlaka bulunur. Bu takdirde kimseye kâfir denilememesi gerekir. Oysa bu söylentinin aslı şudur: "Bir kimsenin küfür mü, değil mi, diye tereddüt edilen bir işi, ya da sözü, doksan dokuz ihtimalle küfre yorulsa (hamledilse), bir ihtimalle de imana hamletme imkânı bulunsa biz onu imana hamleder ve o iş ya da sözüyle ona kâfir denilemeyeceğini söyleriz." Bu gerçeği Ö.N. Bilmen merhum şöyle anlatır: "Herhangi bir müslümanın sözünü güzel bir vecihle tefsir ve tevil kâbil oldukça fena bir cihete hamletmek, ona göre fetva vermek câiz değildir. Hatta bir hususta küfrü müstelzim (gerektiren) bir çok vecihler bulunduğu halde küfre münafi (zıt) yalnız bir vecih bulunsa, bu bir veche göre fetva verilmesi muvafık olur. Hakikat-i halin (işin gerçeğinin) neden ibaret olduğu ise ilm-i ilahîye havale olunur.(Bilmen, IV/8 (ed-Durru'1-Muhtâr, Hindiye ve Kâdihândan))
Yoksa Islâm'dan olduğu açıkça (bedihî olarak) bilinen bir esası inkâr eden birisi, yüz işinin doksandokuzu müslümanca olsa dahi maalesef, kâfirdir.
"Müslümanın her fiili müslümanca olmayabilir. Müslüman kâfire ait fiiller de işleyebilir. Kâfirin de her fiili kâfirce olmayabilir. Onda da müslümana ait meziyetler bulunabilir" mealinde bir söz vardır. Fıkıh, ya da akâid kitaplarında zikredilen "Elfaz-i küfür" (küfür sözler)'in anlaşılmasına bu söz de yardımcı olur. Yani bu sözler kâfire ait fiillerdendir. Bunu müslüman yaparsa, kâfire ait bir vasfı üzerinde taşımış olur. Ama sırf bununla zahiren onun kâfir olduğuna hükmedilemez. Içini ise ancak Allah bilir. Tıpkı: "Münafıkın alameti üçtür: Konuştugunda yalan söyler, vadettiğinde cayar, emanet edildiğinde hiyanet eder" hadis-i şerifinde olduğu gibi. Yalan, hulf ve hiyanet münafık işidir. Ama bir müslüman bunları sırf yapmakla münafik olmuş olmaz, bir münafik işi yapmış olur. Bu konuda Ibn Nüceym der ki: Küfür sözlerin çoğu ihtilâflıdır. Böyle ihtilafli sözlerle insanlar tekfir edilemez. Ben böyle bir fetva vermemeye kesin kararlıyım".(Ibn Abidîn, NI/285 (Amira)) Bizim ilk imamlarımızın koyduğu ölçü şudur: "Kişiyi imandan çıkaran şeyler ancak onu imana sokan şeyleri inkâr etmektir." Ibn Âbidîn "Câmiul-Fusûleyn"de bunun bir ölçü olarak kaydedildiğini söyler.(agk) Ayrıca: "Müslümandan küfür ithamini kaldıran her söz, zayıf olsa bile tercihe daha layıktır".(Ibn Abidîn, Resmü'l-Müfti, 34)
Mes'elenin fıkıh usulü kitaplarımızı ilgilendiren yönü de vardır. Meselâ farzları inkâr etmenin küfr olduğu söylenir ama hemen şu ölçüye dikkat çekilir: "Farzların bedihi (apaçık) olanları vardır ki, bunları her kim inkâr ederse kâfir olur. Iman, namaz, hac, zekât... gibi. Buna göre meselâ, namaz, dua demektir, böyle yatıp kalkmak diye bir şey yoktur diye te'vil eden dahi kâfir olur. Ya da meselâ, erkek kardeşim babamın mirasından iki alırken ben bir almayı kabul etmem; böyle şey olmaz diyen kadın kâfir olur. Çünkü bu bedihidir. Ama arkada kızını ve oğlunun kızını bırakan varisin kızı mirasın yarısını değil de tamamını istese ve diğerinin hakkını reddetse kâfir olmaz. Çünkü bu bedihi değildir. Bunu çoğu hocalar bile bilemezler. Böyle bedihi olmayan farzları inkâr eden te'vil ederek inkâr ediyorsa kâfir olmaz. Kesin delillerle sabit olmuş böyle bir farzı tutarsız te'villerle dahi te'vil eden ve farzıyetini kabul etmeyen kâfir olmaz, fasık olur (Mevlana Muhammed Emin el-Lüknevî, Kamerul-Ekmâr, I/293). Ayrıca bir de ictihâdi farzlar vardır. Meselâ Hanefilere göre erkeğin diz kapağı ile göbeği arasını kapatması, gusülde ağzına-burnuna su vermesi farzdır. Birincisi Malıkî, diğeri Şafiî mezhebinde farz değildir. Bunlardan birisini benimseyenin, diğerinin farz dediğini inkâr etmesi küfür de değildir, fisk da değildir. Bunun gibi, zannî delillerle sabit olan vacipleri (amelî farzları) zannî oldukları için inkâr edenler de kâfir olmazlar. Meselâ, kurban kesme hakkında dalaleti kesin bir delil yoktur, onun için ben kurban diye bir şey kabul etmiyorum ve kesmiyorum, diyen birisi kâfir olmaz, ama fasık olur. Ancak bunu böyle değil de, "kurban kesme, caniyâne bir şey. Ben öyle bir ibadet kabul etmiyorum" diye delilinin zanîliğine bakmaksızın küçümsemek küfürdür.
Bir de İslam'ın duyurulmadığı bir ülkede herhangi bir farzı bilmediği için reddeden, ama Islâm'dan olduğu söylendiğinde kabul eden birisi de (Allah'u-a'lem) kâfir olmaz. Hatta İslam'ın duyurulmuş olduğu yerlerde bile bedihî (apaçık) olmayan farzlar için de aynı şey söylenebilir.
Görüldüğü gibi, küçük bir söz ya da fiilden dolayı müslümanları tekfir etmek, müslümanca bir davranış değildir. Rasulüllah (sav) hiç böyle yapmamıştır. Ashabı arasına giren ve kimliklerini tanıdığı münafıkları dahi ifşa etmemiştir. Onun ashabı, tabiîn ve tebe-i tabiîn de tekfirden siddetle kaçınmışlardır. Bu işi daha çok H. 8. asırdan sonra, yaygın bir hastalık haline gelmiştir.(Cemaleddin Kâsimî, el-Cerh vet-Tâdil, 39 vd.) Imam Ebu Hanife oğlu Hammâd'ı itikadî konuları tartışmaktan yasaklarken, oğlunun, kendisinin de konuştuğunu hatırlatması üzerine: "Biz tartışırken, aman karşı tarafı küfre nispet ederiz endişesiyle, kafamızda kuş varmış da uçacakmış gibi konuşuyoruz, oysa siz, pervasız davranıyorsunuz" cevabını vermiştir.
Aliyyu'1-Kâri der ki: "Bid'at ehlinin kötü taraflarından biri, birbirlerini tekfir etmeleridir. Ehli sünnetin güzel yönlerinden biri ise tekfir etmeyip, hatalı saymalarıdır".(Serhii 1-Fıkhı 1-Ekber, 243) Onun için ehli sünnet olarak bizler itikaden bozuk mezhepleri bile kâfir değil, batıl mezhepler olarak vasıflandırırız. Bu yüzden: "Bir kâfiri müslüman sanmakla yapılacak hata, bir müslümanı kâfir saymakla yapılacak hatadan çok daha hafiftir" denmiştir.
Böyle hassas ve tehlikeli bir konuda Rasûlullah'ın şu öğütlerini göz önünde bulundurmak gerekir: "Bir mü'mini küfr ile itham eden onu öldürmüş gibi olur" (Buharî, Iman 7; Tirmizî, Iman 16)
"Bir kimse müslüman kardeşini tekfir ederse, küfür ikisinden biri üzerine döner."(Müslim, Iman 26; Müsned, N/142)
"Her hangi bir müslüman diğer bir müslümanı tekfir ettiğinde o kâfirse kâfirdir, değilse kendisi kâfir olur."(Ebu Davûd, Sünnet 15)
TEKFİR
Bir müslümanı veya müslüman kabul edilen bir kimseyi küfre nisbet etmek; küfre girdiğini söylemek.
Küfür içerisinde olan bir kişi bu durumdan kurtulup müslüman olabileceği gibi; müslüman olan bir kişi de dinden dönerek küfre girebilir. Ancak müslüman olan bir kimsenin hangi durumlarda küfre girebileceği; küfür ile iman arasındaki sınırın tayini tarih boyunca mezhepler arasında ihtilaf konusu olmuştur. Hatta bir mezhebe bağlı âlimler bile bazen farklı görüşler ileri sürebilmektedir. Bu konudaki tartışma, Haricîlerin ortaya çıkışıyla, yani Hz. Ali'nin döneminden günümüze kadar devam ede gelmektedir.
Hz. Ali ile Muaviye arasındaki anlaşmazlığın çözüme kavuşturulması için hakeme gidilmesini isteyen, sonra hakem olayının arzu edilen şekilde sonuçlanmaması üzerine daha önce Hz. Ali ordusunda bulunan, hatta hakemi kabul etmesi için ısrarda bulunanlardan bir gurup başkaldırmış ve Hz. Ali'yi, Allah'ın hükmünü bırakarak beşerin hükmüne başvurmakla itham etmiş ve Hz. Ali ile hâlâ ona taraftarlık yapanların küfre girdiklerini ileri sürmüşlerdi. Haricî olarak adlandırılan bu gurubun bu davranışlarıyla İslâm tarihinde tekfir meselesi gündeme gelmiş, bilahare çeşitli nedenlerle bazen haklı ve bazen haksız olarak tekfir daima müslümanların gündemini işgal etmeye devam etmiştir .
Bu şekilde davranmaları onların sert mizaçlı, müsamahasız ve nassların anlattığı incelikleri anlamaktan uzak kimseler olduklarını ortaya koymaktadır .
Amel-iman ilişkisine dair belli başlı mezheplerin görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
a) Haricîler
Değişik fırkalara bölünmüş olan Haricîler, büyük günah işleyen ve tövbe etmeden ölen kişinin ebedî olarak cehennemde kalacağına dair ittifak etmişlerdir. Ancak böyle bir günah işleyen kimse, müşrik anlamında bir kâfir midir, değil midir? Bu konuda aralarında ihtilaf vardır. Bazılarına göre ise, mümin değildir ama muvahhiddir. Küfre girmiştir ama onun küfrü, küfran-ı nimet kabılinden bir küfürdür. Tövbe etmeden öldüğü takdirde cehennemde ebedî olarak kalacaktır.
Haricîler, büyük günah işleyen kimseyi tekfir ederken, şeytanın, Hz. Âdem'e secde etmemesinden dolayı küfre girdiğini bildiren şu ayeti delil olarak zikrederler; "Bir zamanlar biz, meleklere (ve cinlere); "Adem'e secde ediniz " dedik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu" (el-Bakara, 2/34). Onlara göre şeytan Allah'a itaatkâr ve O'nu bilen biriydi. Hz. Âdem'e secde etmekten kaçınarak büyük günah işlemiştir. Bu nedenle kâfir olarak lanetlenmiş ve cehennemde ebedî olarak kalacağına hükmolunmuştur (Şehristânî, Nihayetu'l-İkdam fî İlmi'l-Kelâm, Bağdat t.y 471).
Böylece onlara göre her büyük günah işleyen kişi, Allah'a başkaldırma ve O'na isyan etme kasdıyla günah işlemektedir ve bu nedenle de imandan çıkmış küfre girmiştir.
b) Mutezile
Onlara göre müslüman iken büyük günah işleyen kimse tekfir edilemez ama bu kimse mümin de değildir. İki makam arasında bir yerdedir ve bulunduğu mertebe fısk olarak adlandırılır. Tövbe etmeden öldüğü takdirde ebedî olarak cehennemde kalacaktır.
Mümin, övgüye lâyık bir kimsedir. Oysa büyük günah işleyen kişi, Kur'an'da kötülenmekte ve aşağılanmaktadır. Bu durumda olan kişi kâfir de değildir (Kadî Abdulcebbar, Şerhu Usûli'l-Hamse, Kahire, 1965, 712).
Bu konuda delil olarak ileri sürdükleri âyetler: "Mümin olan hiç fasık gibi olur mu? Onlar elbette bir olamazlar" (Secde, 32/18).
"Hayır, her kim bir kötülük işler de onun kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktir. Onlar orada devamlı kalırlar" (el-Bakara, 2/81).
"Kim bir mümini kasten öldürürse cezası ebedî kalmak üzere cehennemdir" (en-Nisâ, 4/93).
Mutezile, bu ve benzeri ayetlere dayanarak büyük günah işleyenin mümin olmaktan çıktığı ve fasık olduğunu, cehennemde de ebedî olarak kalacağını iddia etmektedir.
Hadislerden getirdikleri deliller ise; "Emanete riayet etmeyen kimsenin imanı yoktur" hadisiyle benzeri hadislerdir (bk Taftazânî, Şerhu'l-Akaid, çev: S. Uludağ, İstanbul 1980, 265).
Mutezile'nin görüşleri şöylece özetlenebilir: Kişi, ya hep günah işleyen biridir veya hep iyilik. Yahut iyiliğin yanında kötülük de işlemektedir. Sadece iyilik işliyorsa mümindir ve kurtuluşa ermiştir. Sırf kötülük işliyorsa, o zaman taatı yok demektir ve kâfirdir. Ama hem iyilik ve hem de kötülük işliyorsa, böyle bir kimsenin iyilikleriyle kötülüklerinin eşit olması düşünülemez. Ya iyiliği, yani taatı fazladır veya kötülüğü, yani günahı fazladır. Hangisi fazla ise, kişi ona nisbet edilir. iyiliği fazla olan kurtuluşa erer, kötülüğü fazla olan ise küfre nisbet edilir ve amellerinin boşa gittiğine hükmolunur (Kadî Abdulcebbar, a.g.e., 624).
c) Mürcie
Haricîlerin aksine, tekfir konusunda fırkalar arasında en yumuşak davranan fırka Mürcie'dir. Onlara göre amelin iman üzerinde herhangi bir etkisi yoktur. İman, Allah ve Resulunu bilmektir. Küfür ise, onlar hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmamaktır (Eş'arî, Makalâtu'l-İslâmiyyîn, Wıesbaden 1980, 132). Büyük günah işlemenin de ona bir yararı yoktur.
d) Ehl-i Sünnet
İnsanı günah işlemeye sürükleyen birtakım etkenler vardır. Günah işlemenin sebebi, küfür olabileceği gibi hevâ ve şehevî arzular da olabilir. Kişi, şehevî arzularını tatmin için günah işler. İşlediği günah büyük de olabilir. Bu nedenle Ehl-i Sünnet, günah işlemiş olmasından dolayı kişiyi tekfir etmez. Ama sırf Allah'ın emirlerine karşı gelmek için günah işliyorsa, elbette ki böyle biri mümin değil, kâfirdir.
Bununla birlikte amelin iman ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını söylemek mümkün değildir. Selef, kalp ile tasdik ve dil ile ikrarı imanın temel direği, taatleri (Allah'ın emirlerini yerine getirme ve yasaklarından sakınmayı) da dalları olarak değerlendirmişlerdir. iman ağacı ancak temel direk ve dallardan meydana gelir. Hiç dalı bulunmayan bir ağaç düşünülemeyeceği gibi, birkaç dalı eksik olan ağaç da ağaç olmaktan çıkmaz. Eksik bir ağaçtır sadece. Selef, iman eksilir ve artar derken dallar mesabesinde olan taatlerin eksilip artabileceğini kastederler. Böylece taatleri de imandan sayarlar. Yani amel imanın bir cüz'üdür. Ancak bu cüz'den bir şeylerin eksilmesiyle iman ortadan kalkmaz. imam Eş'arî (ö. 324/936) Ehl-i Sünnet âlimlerinin, imanın eksilme ve artmayı kabul ettiği görüşünde oldukları belirtir (Risaletu Ehli's-Sağr, Mısır-1987, 93; Ayrıca bk. Enfal, 8/2; Tevbe, 9/124; Fetih, 48/4).
Kalp ile tasdik ve dil ile ikrar kişiyi küfürden çıkarıp iman dairesine sokar. Buradaki iman, küfrün karşıtı olan imandır, kâmil bir iman değildir. Kâmil iman, Allah'ın emirlerine riayet ve yasaklarından sakınmakla gerçekleşir. Küfür nasıl kademe kademe ise, iman da öyledir. Her ne kadar bu derecelerin tamamı tek isim altında; iman ismi altında toplanıyorsa da dereceler birbirlerinden farklıdır.
Günah işleyen kimsenin küfre girmeyeceği ayetlerle de sabittir. Adam öldürmek büyük günahlardandır. Bununla birlikte yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler, adam öldürmek hadiselerinde üzerinize kısas farz kılındı" (el-Bakara, 2/178). Ayetin devamında da şöyle buyurulmaktadır: Ancak kim kardeşi tarafından affedilirse, o zaman kısas düşer." Görüldüğü gibi ayet katili, öldürülenin velisinin kardeşi olarak nitelemektedir ki, buradaki kardeşlik ile iman kardeşliğinin kastedildiği apaçıktır. Yüce Allah, yine şöyle buyurmaktadır:
Müminlerden iki gurup birbirleriyle savaşırlarsa, aralarını bulunuz" (Hucurat, 49/9). Bu ayette de, birbirleriyle savaşan iki gurubu da mümin olarak nitelemektedir.
Ehl-i Kıbleden olup da büyük günah işledikleri kesin olarak bilinen kimselerin tövbe etmeden ölmeleri halinde cenaze namazlarının kılınacağı, onlar için dua edilerek affedilmelerinin istenebileceği konusunda, Peygamber (s.a.v.)'in asrından çağımıza kadar olan zaman içinde ümmet'in kesintisiz icmaı vardır. Halbuki bu gibi şeylerin müminden başkası için caiz olmadığı meselesinde ümmet yine ittifak halindedir (Taftazânî, a.g.e., 264).
Ehl-i Sünnet, Mutezile tarafından delil olarak ileri sürülen ayetlerde kastedilenlerin, mümin oldukları halde o günahları işleyen ve böylece küfre girenler olmayıp daha önce de kâfir olanlar olduklarını söylemektedir.
Tekfire sebep olan hususlar:
Allah'ın varlığını inkâr etmek, Ulûhiyetinde ve rubûbiyetinde O'na ortak koşmak, Kur'an'da zikredilen isim ve sıfatlarını inkâr etmek insanı küfre düşürür. Mutezile ve müteahhir Ehl-i Sünnet kelamcılarının, bazı sıfatları te'vil etmeleri her ne kadar sağlıklı bir yol değilse de küfre sebep değildir. Allah'a, sıfatlarının zıddını isnad etmek, meselâ âciz olduğunu söylemek ya da eksiklik ifade eden sıfatlarla O'nu nitelemek, eşyaya hulûl ettiğini iddia etmek yine küfürdür.
Peygamber ve peygamberlik müessesesi konusunda küfre götüren hususların belli başlı olanları ise şunlardır: Peygamberlik müessesesini inkâr etmek, Kur'an'da ismi geçen peygamberlerden birini veya bazısını inkâr etmek, peygamberlerden birine uluhiyet isnad etmek, peygamberleri veya onlardan birini tahkir ederek onlarla alay etmek, evliyanın peygamberlerden üstün olduklarını iddia etmek küfürdür.
Kur'an-ı Kerim'in tamamını veya bir kısmını inkâr etmek, Kur'an'da zikredilen şeylerin varlığına inanmak, Kur'an'dan olmayan bir şeyi Kur'an'a ilave etmek veya Kur'an'ın mahluk olup olmadığı meselesi Ehl-i Sünnet ve Mutelize arasında tartışma konusu olmuş ve bundan dolayı taraflardan bazıları birbirlerini tekfir etmiş iseler de böyle bir meseleden dolayı tekfir doğru değildir.
Allah'ın indirdiğinden başkasını ona üstün tutan ya da başka bir düzeni benimseyen, İslâmî emir ve hükümlerinin devrinin geçtiğini savunan kişinin küfre girdiğinde şüphe yoktur. Ehl-i Sünnet'in mutemet kaynaklarından biri olarak kabul edilen "Şerhu'l-Akaidi't-Tahaviyye" isimli eserde hükümle ilgili olarak şöyle denilmektedir: İster yönetici olsun ister idare edilen halktan herhangi biri olsun her kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmenin gerekli olmadığını, kişilerin onları uygulayıp uygulamamakta serbest olduklarını iddia eder ya da bu konudaki Allah'ın emirlerini küçümseyecek olursa yine küfre girmiş olur. Ama Allah'ın emirlerinin üstünlüğüne ve bu hükümlere uymadığı takdirde ahirette cezaya çarptırılacağına inandığı halde bu emirlere muhalefet ediyorsa küfre girmez (İbnu Ebi'l-İzz el-Hanefî, Şerhu'l-Akideti't- Tahâviyye, Beyrut 1988, 323-324).