Feteva-i Hindiye

İkrah

KİTABÜ'L-İKRAH..

1- İKRAHIN MÂNÂSI, ÇEŞİTLERİ, ŞARTLARI VE HÜKÜMLERİ

İkrahın Mânâsı:

İkrahın Çeşitleri:

İkrâh-ı Mülcî:

İkrâh-ı Gayri Mülcî:

İkrahın Şartı:

İkrahın Hükmü.

2- İKRAH KARŞISINDA YAPILMASI HELÂL OLAN VEYA HELÂL OLMAYAN ŞEYLER  

3- TELCİE AKİDLERİ İLE İLGİLİ MESELELER..

4- İKRAHLA İLGİLİ ÇEŞİTLİ MESELELER..


KİTABÜ'L-İKRAH
 

1- İKRAHIN MÂNÂSI, ÇEŞİTLERİ, ŞARTLARI VE HÜKÜMLERİ
 

İkrahın Mânâsı:
 

İkrah: Bir kimsenin, başka birine, onun rızâsı olmadan ve zorla bir iş yaptırması demektir. Kâfî'de de böyledir.

Bu, ikrahın şer'î (yanı hukukî ve ıstılahı) mânâsıdır. Lügatte ikrah: İğrenme, tiksinme demektir. [1]

 

İkrahın Çeşitleri:
 

tki çeşit ikrah vardır:

1) İkrâh-i Mülcî;

2) İkrâh-ı Gayr-i Mülcî. [2]

 

İkrâh-ı Mülcî:
 

İkrâh-ı Mülcî: Ölüm veya kat'ı uzuv (= bir uzvu kesme) yahut bun­lardan birine müedd" (= sebep) olan, şiddetli dövme ile meydana gelen ikrah, demektir. [3]

 

İkrâh-ı Gayri Mülcî:
 

İkrâh-ı gayr-i mükâ ise: Dövme ve hapsetme gibi, sadece gam ve elemi gerektiren şeylerle vuku bulan ikrah, demektir.

Îkrâh-ı Tamm: Bir kimseyi öldürmeye veya uzvundan bir yer kesmeye sebep olacak yolda meydana gelen mecburiyete de ikrâh-ı tamm denir.

İkrâh-ı nakıs: Dayak atmak ve hapsetmek gibi, »kederi ve sı­kıntıyı gerektiren şeylerden meydana gelen mecburiyete de ikrâh-ı na­kıs denir. [4]

 

İkrahın Şartı:
 

İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe (R.A.) göre, ikrahın sultan (= hükümdar, saltanat sahibi, en büyük - mülkî veya askerî âmir) tarafından yapılmış olması şarttır..

İmâmeyn'e göre ise, ikrah, ister sultan tarafından; isterse bir başkası tarafından yapılsın, şer'an bu ikrahın meydana gelmiş olduğu kabul edi­lir. Ve bu kavil sahihtir. Nihâye'de de böyledir.

Fetva da bunun üzerinedir.

Mükreh (= zorlanan şahıs), mükrihin (= zorlayan şahsın) gözün­den kaybolursa; ikrah zail olur (= ortadan kalkar).

İkrah, emir (= sultan, komutan, yetkili) tarafından bizzat yapılır­sa, tehditsiz bile olsa, ikrahtır.

İmâmeyn'e göre, emredilen zat, eğer emrolunduğu işi yapmaz ise, sul­tanın o işi yaptıracağını bilirse, onun emri ikrah olur. Fetâvâyi Kâdîhân'-da da böyledir.

Şemsü'l-Eimme Seraba, Fetâvâyi Âhn'da şöyle buyurmuştur: îkrah (= Zorlama, bir işi zoraki yaptırma, mecburiyet karşısında bir iş yapma) sultan tarafından olmasa bile, —şayet başkasından yar­dim isteme imkanı bulunmazsa— bi'1-icma' tahakkuk eder.

Eğer yardım isteme imkânı varsa, bu durum ihtilaflıdır: İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, tahakkuk etmez.

İmâmeyn'e göre ise, tahakkuk eder. Tatarhâniyye'de de böyledir.

îkrâhda, zorlayıcının kasdine, zorlananın kasdine, kendisine karşı zorlama yapılanın kasdine ve zorlamanın ne sebeple yapıldığına itibar edilir.

Keza, ikrahta itibar, zorlayıcının tehdid eylediği şeyi yaptırmaya gücünün yetmesi ve o işi yaptırmaya kafi karar vermesine göredir.

Eğer böyle bir hâli yoksa, o ikrah, hezeyan olur.

Zorlanan hususunda ise, tehdid edildiği işi yapmayınca, zorlayı­cı, tarafından canına kasdedileceği korkusunun bulunmasına, itibar edilir. Çünkü böyle olmayınca zorlanmış addedilmez.

Kendisine karşı zorlanan şey hakkında da, onun telef olması ve­ya müzmin hale gelmesi yahut, azalarından kesilmesi veya razı olmadı­ğı takdirde, üzüntüsüne mûcib olmasına itibar edilir.

Yapılması için zorlanan işe gelince, onda, neye itibar edileceği, zorlananın ikrahdan önce, ondan kaçınması, ya kendine ulaşacak veya başka bir adama ulaşacak yahut şerl şerife ulaşacak olması hasebiyle ihtilaflıdır. Bu haller, hüküm bakımından ihtilaflıdır. Mebsût'ta da böyledir. [5]

 

İkrahın Hükmü
 

İkrahın hükmü, ya ruhsattır veya mubahtır yahut bu ikisinden de başkadır.

Bunlar şartının mevcudiyeti zamamnda sabit olur.

Aslolan, mükrihin tasamıfatmdandır. Bize göre, akdedilen sözdür. Ancak, alım-satım, icâre gibi fesh ihtimali olanı vardır.

Bir de; talâk, ıtak, nikâh, tedbîr, istîlad ve nezirler gibi fesh ihti­mali olmayan ve lüzumu gerekenler vardır. Kâfî'de de böyledir.

Herhangi bir fiile karşı, can telefi va'di meydana geldiği zaman, zorlanan, zorlayana âlet olursa; o fiili bizzat zorlanan yapmış gibi olur.

Bir adamı öldürmek veya malını telef etmek gibi...

Telef va'di herhangi bir sözle, meydana gelirse, —ciddi olsun, şa­ka olsun— tehdit o sözün yerine gelmesiyle, sübût bulur. Talak ve ıtak gibi...

Bunun hükmü: Söyleyen şahsın aynı işi yapmış gibi sayılmasıdır.

Eğer ikrah, haps ve bağlama gibi hallerle hasıl olursa, bunun bir hükmü yoktur. Bu durumlarda, mukrihin sözünü yapan şahıs, onu ik-rahsiz yapmış gibi olur.

Keza, ikrah, haps gibi, bağlama gibi sözlerle olur ve bunlar sü­bût bulursa; —isterse söz ciddi olsun, isterse şaka kabilinden olsun— onun hükmü fâsiddir. Mükreh (= zorlanan) o işi, kendi isteğiyle yap­mış hükmündedir. Nihâye'de de böyledir.

Bir adam, alması veya satması yahut ikrar etmesi; veya icâreye; ölüm, şiddetli darb veya uzun süre haps gibi şeylerle zorlanır; onu da yaparsa; onu devam ettirmekte veya bozmakta muhayyerdir.

Fakat bir günlük haps, bir günlük bağlamak veya kamçılamak gibi şeylerle, zorlanırsa, hüküm bunun hilafınadır.

Ancak, adam makam sahibi olur ve mükreh, bu yüzden zarara uğ­rayacağını bilirse; bu da zorlama olur.

Hapsetmenin ve dövmenin miktarı, insanların hallerine göre deği­şir: Bazı insanlar var ki, şiddetli sopa yemedikçe veya uzun süre hapse-dilmedikce hiç bir zarar görmezler.

Bazı insanlar da şerefine, büyüklüğüne göre, tek bir kamçı vurul­maktan, kulağının çekilmesinden mutazarrır olur. îster halk huzurun­da olsun, ister sultan huzurunda olsun, onun hakkında yapılan bu gibi şeyler aynen ikrahtır ve bunlarda ikrah hükmü sübût bulur.

Bir adam, satmaya ve teslim etmeye zorlandığında; o şahıs, sa­tar ve teslim ederse; bu satış, zoraki olmuş olur.

Bu kimse —başka değil— yalnız satış yapması için zorlanır; o da satar ve kendi isteğiyle teslim ederse; işte bu, zoraki bir satış sayılmaz.

Burada ikrah, yalnız satıştadır; teslimde değildir.

Bundan dolayı biz: "Bir kimseye, satması için zor kullanılır ve tes­lim etmesi için, zor kullanılmaz ve satan şahıs, satın alınan şeyi geri al­mak isterse, da'vâsı —tesliminde zor kullanılmadığı için— kabul edilmez.

Şayet hem satmaya, hem de teslim etmeye cebredildi; onu da müş­teri teslim aldı ise, bu mülkiyet, fâsid bir mülkiyet olur. Ve bundaki ta-sarrufat da geçerli olur. İkrah olunan şahıs, da'vâ eyledikten sonra ta-sarrufda bulunsa bile böyledir.

Şayet mahkeme sonucu tasarrufun bozulma ihtimali olur ve o şey elde mevcut bulunursa; geri iade edilir.

Eğer tasarrufun bj zulma ihtimali bulunmazsa, (ıtk gibi, tedbîr gi­bi ve bunların benzerleri gibi...) zorlanan kimse, onu bozamaz. Onun, kıymeti tazmin ettirme hakkı vardır. Ve o, muhayyer olur: Dilerse, — azad ettiği değil de, teslim aldığı günkü— kıymetini ödetir; dilerse, azâd eylediği günkü kıymetini ödetir. Zehıyre'de de böyledir.

Bir kimse, malını satması hususunda zorlandığın o malı satar Ve parasını da kendi isteğiyle alırsa; bu bir icazet olur. Çünkü, bedelini isteğiyle almak, rızaya delildir. Bu da satışın şartıdır.

Şu mes'ele, buna muhaliftir:

Bir kimse bağış yapmaya cebredüdiği hâlde, onu teslim etmeye zor­lanmaz; o da teslim ederse; her ne kadar isteyerek teslim etmiş olsa bile bu bir icazet (= izin) olmaz.

Eğer, zorlayan alırsa bu- da izin olmaz. Bedelini vermesi gerekir. Çünkü, bu durumda, —ikrah sebebiyle— akid fesholmuştur.

Şayet zayi olmuşsa, bu durumda ondan bir şey alınmaz.

Bir müşterinin yanında bulunan bir mal, ikrâhsız olarak zayi olun­duğunda; o şeyi satan şahıs, satması için cebredilmiş bir kimse ise; bu şahıs mukrihe malının kıymetini ödetir.

Bir şeyi, bir kimseden, zorlayarak alıp da, onu zorlamadan bir baş­kasına satan şahıs; —zayi olması hâlinde— o şeyi,jsatm alan şahsa öde­tir. O şeyi müşteri tazmin edince mülk kendisinin olur. Bu durumda onu, mükrehe tazmin ettiremez.

Bu müşteri, satın aldığı şeyi, bir başkasına; o da bir başkasına satar ve satışlar, böylece birbiri ardınca devam ederse; en öncekinin taz-ninatı, hepsine geçerli olur.

Mükreh, hangisini istense ona tazmin ettirir (= ödedir).

Onlardan biri öderse, o şeye sahip olmuş olur.

Bu durumdaki sonraki satışların tamamı caiz olur. Önceki satışlar ise, bâtıl olur.                

Şu mes'ele, buna muhaliftir:

Zorlanan kimse bu satıcılardan hangisine izin verirse; önceki satış­lar da, sonraki satışlar da —hepsi— caiz olur ve zorlanan zat ilk müşte­riden malının bedelini alır. Tebyîn'de de böyledir.

Şayet satıcı zorlanır; fakat, müşteriye cebredilmez ve müşteri o şeyi teslim aldıktan sonra, satışı bozarsa; onun bozması sahih olmaz.

Eğer teslim almadan önce bozarsa, o zaman, bu bozuş sahih olur.

Bunun aksine, müşteri zorlanır da, satıcı zorlanmazsa; bu durum­da —teslim almadan önce— her birinin bozma hakkı vardır.

Teslim aldıktan sonra, iozma hakkı, yalnız müşteriye aittir. Fetâ­vâyi KMhân'da da böyledir.

Şayet satıcı değil de satın alan şahıs cebredilir ve satın alınan şey de satın alanın yanında zayi olur ve kasıtsız zayi olmuş bulunursa; emâ­net olarak zayi olmuş olur. Hizânetü'l-Müflîn'de de böyledir.

hükümdar, bir adamı, bir şey satın alıp onu da teslim almaya zorlayarak parasını da verirse, satıcı için zorlama bulunmaz. Bu durumda müşteri, satın aldığı bir köleyi teslim alıp, onu azâd eder veya müdeb-bere kılar yahut o câriye ise, ona cima eder veya onu şehvetle öperse; bu, satın ahşa izin vermek olur". Yok eğer, müşteri satın aldığı hâlde teslim almaz; satan da onu azâd ederse; azadı geçerli, satışı bâtıl olur.

Şayet teslim almadan önce, bu müşteri azâd ederse; istihsânen, onun azadı da geçerli olur.

Teslim almadan önce, ikisi birlikte azâd ederlerse; bu durumda sa­tıcının azadı evlâ olur. Muhıyt'te de böyledir.

Satıcı zorlandığı hâlde, müşteri zorlanmamış olur ve bu müşteri, öjcöleyi teslim almadan onu azâd ederse; azadı bâtıl olur. Azâddan sonra, satıcı izin verirse; akid durduğu için, satış caiz olur ve bu durumda, o azâd —müşteri tarafından yapılırsa— caiz olmaz.

Şayet birlikte azâd ederlerse, beraber yaparlarsa, satıcının azadı ka­bul edilir. Çünkü onun mülkiyetine düşmüştür ve o yüzden satış bozulmuştur.

Bu müşteri, teslim alır; sonra da birlikte azâd ederlerse, bu du­rumda, o köle, müşteri tarafından azâd edilmiş olur.

Her ikisi de akid yapıp, teslim-tesellüme zorlanırlar; ikisi de de­nileni yapar; sonra da onlardan birisi: "Sen, satışa izin verdin." derse; önceki satış caiz olur; sonraki, hali üzere kalır.

Şayet ikrâhsız, ikisine de izin vermiş olursa; ikrahsız satış caiz olur.

İzin verilmediği hâlde, müşteri, o köleyi azâd ederse; azadı caiz olur.

Bundan sonra, diğeri izin verirse; onun iznine, —müşteriye kıymet tazmin edildiği için— iltifat edilmez.

Eğer her ikisi de karşılıklı tesİim-tesellüm yapmazlar ve onlardan birisi de, ikrah olmaksızın, satışa izin verirse; bu durumda satış, hâli üzre fâsid olur. Çünkü ikrah, sahibi tarafından baki kalmış olur ve bu durumda satış fâsid olur.

Şayet, o köleyi, her ikisi de azâd eder ve onlardan birisi de satışına izin verirse; bu durumda o köle, teslim alınmaz. Satıcının itki (= azâd etmesi) caizdir. Müşterinin itki ise, batıldır. Eğer onlardan birisi azâd eder; sonra da diğeri azâd ederse; önce izin verenin satıcı olması hâlin­de, bu satış caizdir.

Müşteri azad ederse, bu azâd ediş, her ikisi adına da, müşteriye karşı caizdir. Müşteriye karşı, ıtk geçerli olmaz. Çünkü, onun mülkü geçmiştir.

Şayet satıcı, onu önce azâdsderse; bu satış vâki; ıtk ise geçerli olur. Bu, ikisinin de icazetle amel etmesi olmaz. Bundan sonra, müşterinin azadı da geçerli olmaz.

Eğer, önce bir defa, müşteri izin verirse; onu satmak caiz olmaz; satıcı azâd ederse caiz olur. O yüzden de satış geçersiz olur. İster müşte­ri önce azâd etsin; isterse sonra azâd etsin, farketmez. Çünkü o satıcı­nın mülkünde bakidir.

Müşterinin izninden sonra, satıcının azadı mülküne tesadüf eyle­miştir; geçerlidir ve satışı bozar. Mebsût'ta da böyledir.

Bir kimse, cariyesini satması için zorlanır; bir isim de bildirilmez; o da, o cariyeyi bir adama satarsa; bu satış fâsiddif. Feiâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Şayet, bir cariye, mal mukabili alındığında, bedelinin verilmesi hususunda zor kullanılır; câriye için de, bir şey söylenmez, ve alan şa­hıs, malı te'diye için (— borcunu ödemek için), o cariyeyi satarsa; bu satış caiz olur. Çünkü, satışta kasd vardır. Çünkü mal, borç yoluyla da alınırdı. Cariyeyi satmadan, bağış yoluyla da alınırdı. Bu, zalemenin âde­tidir. Onlar, bir adamı müsadere etmeyi murad ederlerse; ona mal ile hükmederler. Ona karşı, satış bedeli söylemezler. Böylece satış geçerli olur.

Böyle bir hale duçar olan kimseye çâre: Ben bu malı nerde te'diye edip vereceğim?" der ve: "Benim malım yok." der; zâlim de: "Niçin cariyeni satmıyorsun?" derse; işte bu satışta ikrah olur ve bu satış caiz olmaz (= geçerli olmaz). Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, bir cariyeyi onbin dirheme satın alması hususunda zor­lanır; o cariyenin kıymeti de bin dirhem olursa; bu durumda o müşteri, onu on bin dirhemden fazlaya satın alır,

Veya câriye sahibine, kıymeti on bin dirhem olan bir cariyeyi, bin dirheme satması zorlanır; o da, onu bin dirhejnden aza satarsa; bu satış da istihsanen caiz olur.

Bu, bizim âlimlerimizin kavlidir.

Şayet cariye bin dirheme satılmaya zorlanır; sahibi de, onu, bin dir­hem kıymetinde dinara satarsa, âlimlerimize göre, bu satış fasiddir.

Eğer bin dirheme satmaya zorlanır; o da, —kıymeti bin dirhem olan— bir yer veya bir hayvan karşılığında satarsa; veya bin dirhemi ikrara zorlanır da, o da yüz dinara satmış olur; onun kıymeti de bin dirhem olursa; ikrar etmesi hâlinde, âlimlerimize göre satış geçerlidir.

Şayet bin dirheme satmaya zorlanır; o da iki bin dirheme satarsa, satışın tamamı caizdir, Fetâvâyi Kâdîhln'da da böyledir.

Satışa zorlaxdiği hâlde, zorlanan şahıs bağış yaparsa; bu da caizdir.

Keza, bin dirhemi ikrara zorlanır; o da onu bağışlarsa, bu da caiz­dir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, bir şeyi telef etmemesi hâlinde; "kıymeti bin dirhem olan bir köleyi, on bin dirheme almak üzere" zorlanır ve bedelini verip köleyi teslim alır; müşteri o kölenin tamamını azâd etmeye yemin veri­lir veya bizzat köleye karşı yemin verilirse, bu köle azâd olmuş olur. îkrâh olunan şahıs, hiç bir şey için, mükrihe müracaat edemez. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bir kimse, yakın akrabasını satın almaya ve kıymetini de fazla­sıyla vermeye zorlanır; o da onu satm alıp azâd ederse; kıymeti lâzım olur ve bu değer zorlayan şahsa ödettirilir.

Keza, bir kimse bir cariyeyi zoraki satın almaya zorlanır; o câriye de ondan nikâhlı bir çocuk doğurmuş olursa; o, bu cariyeyi satın ve tes­lim almakla, onu müdebbere kılar. Çünkü, o, onun mülküdür. Muhıyt'­te de böyledir.

Bir hükümdar, bir adamı, telef veya hapsetme va'di ile; eşyala­rını, başka bir adama bin dirheme satmaya zorlar; (-yâni eşya sultanın olacak, müşteri ise bir başkası olacak şekilde zorlar) ve bu durumda, bu müşteri de zorlanmaz; adam da o şeyleri, bu adama satarsa; bu satış caizdir ve sorumluluk sultana aittir; satıcıya değil...

Eğer satıcı, sattığı şeyin bedelini, satın alan şahıstan isterse; onun uhdesine müracaat eder.

Şayet, bu müşteri, "filan adamın eşyalarını, bin dirheme satın almaya" zorlanır; o da satın alırsa; bu satın alış caizdir. Ve eşyanın ta­mamı, sultanındır. Müşteriye de sorumluluk yoktur. Ondan, parasını teslim etmesi istenmez.

Şayet müşteri, satıcıdan, sattığı şeyi teslim etmesini isterse; o za­man, kendisine de bedelini vermesi için müracaat edilir. Zehıyre'de de böyledir.

Bir kimse, taksim olunmamış bir evin yarısını, bağış yapmaya zorlanır veya taksimi yahut başka bir şey söylenmez; o da evin tamamı­nı bağışlayıp teslim ederse; bu caiz olur. Çünkü, o, onu ikrâhsiz getirip teslim etmiş olmaktadır. Mebsûl'ta da böyledir.

Bir kimse, taksim edilmiş bir evin yansını bağışa zorlanır; o adam da, o evin tamamım satarsa; istihsânen bu satış caiz olmaz.

Şayet o şahıs, caiz bir satış yapmakla zorlanır; bedeli de verilir; o da fâsid bir satışla satıp bu evi de verir; o da, onun yanında iken.zayi olursa; bu durumda satıcı, onu, ister zorlayıcıya, isterse müşteriye taz­min eder. Mebsut'ta da böyledir.

Bir kimse, fâsid bir satışa zorlanır; o da caiz bir satışla satarsa, bu satış caiz olur.

Bunun aksi olursa, o zaman, zorlanan şahıs, müşteriye müracaat eder.

Şayet taksim olunmuş bir ev, veya evinden bir bölümü bağış yap­ması hususunda zorlanır; zorlanan şahıs da, onun tamamını bağışlar veya tamamını satarsa; bu caiz olmaz. Gıyâsiyye'de de böyledir.

Bir adam, evini bağış yapması hususunda cebredildiğinde; o tasadduk eder; veya tasadduk etmesi için cebredildiğinde; o bağış yapar­sa; kendisine bağış yapılan veya tasadduk edilen şahıs, ister akraba ol­sun; isterse yabancı olsun; bunlar caizdir. Çünkü hibe başka şey; tasad­duk başka şeydir.

Bir adam, bir şeyi bağışlayıp, teslim etmesi hususunda zorlanır; o da bedel karşılığı hibe edip teslim ve tesellüm de yaparlarsa; bu caiz olur.

Bir kimse, karşılıklı bağişa cebredildiği hâlde; o, o şeyi satar ve teslim tesellüm de yaparlarsa; bu bâtıl (= geçersiz) olur.

Keza, satışa zorlanan kimse, o şeyi karşılıklı bağış yapar; teslim-tesellüm de yaparlarsa; bu da bâtıl (= geçersiz) olur.

Bir kimse, bir şeyi hîbe ve teslim için cebredilir; o da öyle yapar; kendisine bağış yapılan şahıs da, o hibeye —ikrah olmaksızın— bir kar. şıhk verir; diğeri de, bunu kabul ederse; işte bu caizdir. Hızânetü'l-MüfoVde de böyledir.

Bir adam, cariyesini bir Allah kuluna bağışlaması için cebir kul­lanılır; o da bağışlar ve fazla bir şey de verirse; verdiği fazlalık caiz olur; fakat, diğeri bâtıldır (= geçersizdir) FetâvâyiKâdîhan'da da böyledir.

Şayet, onun yerinde bin dirhem olsaydı, İmamlarımızın kavline göre, tamamı bâtıl (= geçersiz)a olurdu. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bir kimse, "bir şeyi, birine bağışlamaması hâlinde öldürülmekle" tehdit edildiğinde, bu şahıs, hem o şeyi bağışlar; hem de teslim eder ve: "Ben, bunu, sana bağışladım; al kabul eyle." der; kendisine bağış ya­pılan şahıs da onu alınca, o şey onun yanında da, zayi olursa; bu du­rumda zorlanan zat muhayyerin Onun kıymetini, isterse mukrihe ( = zor kullanan şahsa) ödetir; isterse, teslim alana ödetir. Mebsut'ta da böyledir.

En doğrusunu, bütün noksan sıfatlardan berî olan Allahu Teâlâ bilir. [6]

 
2- İKRAH KARŞISINDA YAPILMASI HELÂL OLAN VEYA HELÂL OLMAYAN ŞEYLER
 

Bu babdaki mes'eleler dört kısımda incelenmektedir:

1- Yapması, yapmamasından evlâ olan bir işin yapılması ile ilgili ikrah.

Mukreh (= zorlanan şahıs), böyle bir tehdidi yerine getirmezse gü­nahkâr olur.

2- Yapılmaması hâlinde sevap; yapılması hâlinde günâh kazanıl­mayan bir işin yapılması hususundaki ikrah.

Mukrehin, böyle bir işi yapmaması evlâdtr.

3- Yapmamakla ecîr kazanılıp, yapılınca günahkâr olunan işlerin yapılması hususundaki ikrah.

4- Yapılması ile yapılmaması müsâvî olan işler hakkındaki ikrah.

Hükümdar, bir adamı yakalayıp, ona: "Ya, bu içkiyi içersin ve­ya bu İaşeyi yahut bu domuzun etini yersin; yoksa seni muhakkak öl­dürürüm." derse; bu takdirde, o adamın, onun dediğini yapıp, ye dedi­ğini yemesine; dediğini içmesine —şayet dediğini yapmayınca, kendisi­ni öldüreceğini iyi biliyorsa— ruhsat vardır.

Eğer, onun dediğini yapmaz ve öldürülürse, âlimlerimizden gelen açık rivayete göre günahkâr olur.

Şeyhu'l-İslâm da: "Gerçekten o adam günahkâr olur. Kanının bedeli de alınır.

Yalnız câhil olur da, böyle bir durumda, bu hallerin mübâh oldu­ğunu bilmez ve hükümdarın dediğini yapmaz; bu yüzden de öldürülürse; bu sebepten dolayı, ona ruhsat olması (yâni günahkâr olmaması) umu­lur." demiştir.

Ancak, böyle hâllerde, mübâh olacağını bilirse; o zaman suçlu olarak yakalanır.

İmâra Mnhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Şayet, zann-ı galibi, o tehdidin şaka olduğuna; mukrihin dediğini yapmayınca, kendisinin öldürülmeyeceğine ise; onun dediğini yapması, mübâh olmaz. Bu hususta, re'yine göre hükmedilir.

Keza, sultan; o adamın bir uzvunu keseceğini söyleyerek: "El­bette elini veya buna benzer bir yerini keserim." derse; durum, yukar-daki mes'elenin aynısıdır.,

Keza, hükümdar; yüz sopa veya benzeri bir işkence ile tehdit et­tiğinde, mükreh öleceğinden veya bir uzvunun kesileceğinden korkar-sa; mes'ele yine aynısıdır.

İmâm Muhammed (R.A.), şöyle buyurmuştur:

Şayet, bir kırbaç iki kırbaç vurulması ile tehdid edilirse; —bundan kurtulmak için— haram şeyleri yemek ve içmek mubah olmaz.

Ancak: "Elbette gözüne veya tenasül uzvuna vuracağım." derse; bu. da ölümle tehdit gibidir.

Fakat, müebbed hapisle veya müebbed olarak bağlamakla tehdit ederse bir şey —yemek ve içmekten edilmedikçe— haram olan o şeyleri yemesi, içmesi mübâh olmaz".

Ni'met ve mürüvvet ehli olan bir kimse, hapsedilmesinden veya bağ­lanmasından dolayı öleceğini veya bir azasının zayi olacağını kalbinden geçirirse, o zâtın, o haramlardan yiyip içmesi mübâh olur.

Keza, tehdit eden şahıs, "karanlık bir yerde hapsedeceğini" söyler; mükreh de orda uzun müddet beklemesi hâlinde gözünün kör olacağın­dan korkarsa, o habis şeyleri yiyip içmesi mübâh olur.

Bazı âlimlerimiz ve İmâm Muhammed (R.A.) böyle cevap vermişlerdir.

Bir mukrih, mükreh'e: "Şayet dediğimi yapmazsan, seni aç bı­rakacağını." der veya benzeri bir şey söylerse; o açıldıktan ve diğer ce­zalardan ölüm korkusu olmadıkça, tehdit edilen şahsın işleri yapması­na ruhsat yoktur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kimse, "Allah'ı inkar etmemesi veya Peygamber (S.A.V.)'e küfretmemesi hâlinde, öldürülmek veya bir uzvunun kesilmesi ile" teh­dit edildiğinde; kalbi îmanla mutmain olduğu hâlde söylerse; zahiren inkâr ve sövme lafızlarını söylerse günahkâr "da olmaz. Buna ruhsat vardır.

Şayet sabreder de, öldürülürse, sevabını Allah bilir.

Şayet bir kimse, bir diğer şahsı, inkâr etmemesi ve sövmemesi hâlinde; bağlamak, hapsetmek ve dövmekle tehdit ederse; bu ikrah, — ölüm korkusu veya bir uzvunun kesilme korkusu olmadıkça— geçerli olmaz.

Bir müslümanm, malını telef etmesi için, Ölüm ve uzvunun ke­silmesiyle tehdit edilen kimsenin, söylenilen şeyi, onu yapmasına ruh­sat vardır.

Şayet sabreder, yapmaz ve öldürülürse; şehîd sevabı alır.

Şayet, bu durumda hapsedilmek ve bağlanmakla tehdit edilirse; ona ruhsat yoktur. Mal sahibi, onu, mukrih'e ödetir. Kâfi'de de böyledir.

Bir kişi; iki şahsın malını, almaması hâlinde, öldürülmekle teh­dit edilse; bu şahsın, o malları almalarında bir beis yoktur.

O iki maldan hangisini almak daha evlâdır. Bu mes'elenin bir kaç yönü vardır:

1- O iki malın sahipleri," zenginlikte müsâvî iseler; bunda da iki ci­het vardır:

a) Alınan mallar eşit seviyede olabilir:

Böyle olunca, hangisi istenirse, o alınır ve telef edilir. Sonra da, o malı, zorlayan şahıs tazmin eder.

b) Bu mallardan biri diğerinden fazla ise» onlardan az olanı alınıp, telef edilir.

Yine tazminat zorlayıcıya aittir.

Eğer çok olan alınıp telef edilirse, yine zorlayana ödetilir; o muk­rih, fazlalık için, mükrehe müracaat edemez.

2- Bu, iki maldan birinin sahibi, diğerinkinden daha zengin olabi­lir. Yine, burada iki durum vardır:

a) Bu iki malın miktarı, aynı seviyede olabilir. Bu durumda zengin olanın malı alınıp telef edilir.

b) Bu malların biri, diğerinden fazla olabilir.

Bu durumda da, yine zenginin fazla olan malı telef edilir.

3- Bu malların ikisi de fakirlikleri aynı seviyede olan fakirlerin malı olabilir.

Şayet mallar aynı seviyede ise, mukreh muhayyerdir: Hangisini is­terse, onu telef eder.

Eğer birisi daha az ise, o azı alıp telef eder.

Şayet onlardan birisi daha fakir ise, daha fakir olanın malı alın­maz. Hali biraz daha düzgün olanın malı alınır. Muhıyt'te de böyledir.

—Bir hırsız, bir adama, birinin malını vererek, onu telef etmesi için zorlar; zorlanan bu şahıs da, o mah, diğer bir şahsa verir; o da, o malı, onun yanında telef ederse; tazminat onları zorlayan şahsa aittir; alıp te­lef eden şahsa ait değildir. O yemin ederek: "Vallâhî, ben onu alıp sa­hibine verecektim. Fakat onu vermeye, mulMh mâni oldu." der. Meb-sûl'ta da böyledir.

Bağış alan bir şahıs, onu, geri sahibine vermesi için; bağış yapan şahıs da onu geri almaya ve alıp telef etmek üzere zorlanır ve alan zat: "Ben, onu emânet gibi almıştım." derse; onun yemin ederek söylediği söz geçerli olur.

Şayet: "Ben, onu bağış olarak almıştım." derse; mal sahibi, onu, isterse, mukrihe ödetir; o da ödeyince, kendisine bağış yapılana müra­caat eder. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bir haydut, bir adamı "malını, başka birinin yanına emânet bı­rakması için'' zor kullanır; o da, oraya koyunca, o mal orada zayi olur; ve o adam zorlanan birisi olmazsa; ona tazminat gerekmez. Zorlayan sahsa da tazminat gerekmez.

Şayet haydut, telef etmek va'diyle zorlamış olsaydı, o takdirde mal sahibi isterse, onu emanet bökktığı adama; isterse, zorlayana tazmin et­tirirdi. Bunlardan birine ödetince, o, df erine müracaat edemez. Meb-sût'ta da böyledir.

Bir adam kölesini satînaya; diğeri de onu satın alıp, teslim ve te­sellüm etmeye zorlanırlar; bu köle ve bedeli zayi olur; sonra da, köle sahibi, kölesi; para sahibi de parası için, muhakeme olurlarsa; bunların her ikisi de zorlayan şahsa (= mukrih'e) müracaat ederler. Çünkü ha­diseye onun zorlaması sebep olmuştur. Bu şahıslardan herbirine "Ne yönden aldın?" diye sorulur. Eğer her ikisi birden: "Ahm-satim olarak aldık verdik." derlerse; bu satış caiz olur. Bu durumda, mukrih'e taz­minat gerekmez.

Şayet alan zat: "Sahibine geri vermek için, zorlanma suretiyle al­dım." derse; her ikisi de birbirine yemin verirler. Biri yemin eder de, diğeri edemez ise; —yemin eden değil de— yemin etmeyen tazminatta bulunur.

Köleyi alan yemin etmezse, satıcı, bu kölenin kıymetini, ister köle­yi alana, isterse zor karşısında onu satana ödetir.

Zor karşısında satan şahıs ödeyince, o da müşteriye müracaat eder.

Eğer müşteriye ödetirse, o zor kullanan şahsa müracaat edemez. Parasını almak için, satıcıya da müracaat edemez.

Şayet müşteri yerilin eder de, satıcı yeminden kaçınırsa; köleyi satın alan içiri tazminat yoktur.

Bedeline gelince, müşteri isterse mükrehe isterse, satıcıya ödetir. Sa­tıcı öderse, o, mükrehe müracaat edemez.

Mükreh tazmin ederse, o, satıcıya müracaat eder. Memsût'ta da böyledir.

Bir adam, diğer birini öldürmesi için, ölümle tehdid edilirse ona ruhsat yoktur. O işi yapmaya da kendi öldürülene kadar, sa'y edemez; sabreder. Şayet öldürürse, günahkar olur. Eğer kasden öldürürse, bu

mükreh, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'e göre kısas olunur.

Şayet, emredilen şahsın (Yani bu mükreh) aklı noksan veya sabî işe, kısas emredene uygulanır. Hidâye Şerhi Aynî'de de böyledir.

Bir adam, bağlanmak veya hapsedilmekle tehdid edilerek, on­dan bir adamı öldürmesi istenilirse; bu ikrah sahih olmaz. Ve bu du­rumda öldüren, öldürülür. Bu bil-ittifak böyledir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir hükümdar, bir adamı cebrederek: "Ya, elini keseceksin veya seni öldüreceğim." derse; elini kesmesine ruhsat vardır.

Şayet elini keserse; sonradan da'vâ edip, diyetini alır.

Şayet, hükümdar, bir adamı, nefsini öldürmeye zorlar ve aksi tak­dirde kendisinin öldüreceği hususunda tehdit ederse; bu durumda, ken­disinin öldürmesine ruhsat yoktur.

Eğer kendi kendini öldürürse mukrihe bir şey gerekmez.

Hükümdar, bir adama: "Nefsini şu ateşe at; yoksa, seni öldürü­rüm." diye tehdit ederse; duruma.bakılır: Eğer ateş kurtulma ihtimali olan, bir ateşse, ona atılmaya ruhsat vardır. Şayet, kendini o ateşe atar da ölürse, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'e göre bu durumda, emredene kısas uygulanır.

Eğer ateş, kurtulma ihtimali olmayan, fakat az bir rahatlik ümidi olan, bir ateşse; yine nefsini oraya atar.

"Bu kavil, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavlidir." denilmiştir.

Eğer, bu şahıs, kendini o ateşe atar ve ölürse mukrih'e (- zorlayı cıya) kısas yapılır.

Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'m kavlidir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre, kısas gerekmez; mükrihin malından diyet alınır.

Kurtulma ümidi ve az da olsa, rahat olma ümidi olmayan ateşe atılmaya ruhsat yoktur.

Şayet atılır da ölürse, cenazesi yıkanmaz kanı da heder olur. Bu, bi'I-ittifak böyledir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Hükümdar, bir adama: "Nefsini şu suya at; yoksa, seni öldürürüm." dediğinde; eğer, o adam, o suya atılınca, kurtulmasına imkan olmadığını bilirse; onun bu işi yapmasına ruhsat yoktur.

Eğer yaparsa, kanı heder olmuştur.

Şayet, orada —çok az da olsa— bir rahatlık ümidi varsa, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, ruhsat vardır.

İmâmeyn'e göre ise, ruhsat yoktur. Eğer böyle bir iş yaparsa, kanı heder olur. Âmirine (mükrih'e) —kısas değil de— diyet lâzım olur.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, o âmir (mukrih) bizzat kendisi at­mış gibi olur.

Ebû Yûsuf (R.A.): "Âmirine kısas gerekmez. Malından diyet gerekir." buyurmuştur.

İmâm Muhammed (R.A.) de: "Âmire kısas yapılır." buyurmuştur. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'dan İmâm Muhammed (R.A.)'in kavli gibi, bir rivayet daha vardır. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Eğer: "Elini ya sen kesersin; değilse ben keserim." diye zorla­nırsa; bu kimsenin kendi elini kesmesine ruhsat yoktur.

Şayet keserse, eli boşuna kesilmiş olur.

Şayet hükümdar, bir kimseye: "Ya, kendini kılıçla öldürecek­sin; değilse; ben, seni kamçıyla vura vura öldüreceğim." der veya buna

.benzer sözler ve kendisinin yapacağı daha zor bir iş olursa; o takdirde, nefsini kılıçla öldürmeye ruhsat vardır. Şayet, bu durumda, kendi nef­sini kılıçla öldürürse, mükrihe (= zorlayana) kısas yapılır. Muhıyt'te de böyledir.

Hükümdar, bir adama: "Mutlaka dağdan kendini atacaksın; yok­sa, ben seni muhakkak öldüreceğim." der ve, şayet, o atlamada —az da olsa— kurtulma ümidi bulunmazsa; atlamasına ruhsat yoktur. Eğer, atlar da ölürse; nefsini heder etmiş olur.

Eğer, biraz da olsa kurtulma ümidi varsa; İmâm EbûHanffe(R.A.)'nin kıyâsında, ruhsat vardır.

Şayet atlar da Ölürse emredenin âkılesirie (= baba tarafından ak­rabalarına) diyet verilmesi gerekir.

İmâmeyn'e göre ise, nefsini atmaya ruhsat yoktur.

Eğer atlar da ölürse; âmire ( = mükrih'e) kısas uygulanması gerekir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, kısas gerekmez.

İraâmeyn'e göre ise, kısas gerekir. Me'murun yaptığı, âmirin aptığı gibidir.. Şayet, o adamı âmir suya atarsa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye gö­re, kısas gerekmez; diyet gerekir.

İmâmeyn'e göre ise kısas vacip olur.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'tan, gelen bir rivayete göre de, âmirin ma­lından diyet gerikir.

Şayet, bir yandan ölüm korkusu; diğer yandan da kurtulma ümidi bulunur ve mukreh kendi nefsini suya atıp ölürse; bil-ittifak, âmirin âki-lesine diyet ödemeleri gerekir. Bu, hata ile öldürmüş gibi olur... Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Eğer sultan, bir adama: "Filanın elini kes; yoksa, seni muhak­kak öldüreceğim." derse; o adamın elini kesmeye ruhsat vardır. Eğer keserse, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A)'e göre, emre­den şahsa kısas uygulanması gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Şayet, bir adam ölümle tehdit edilir ve ona: "Ya Allah'ı in­kâr edeceksin veya şu müslümanı öldüreceksin." denilirse; onun —kalbi mutmain olduğu hâlde— Allah'ı inkâr etmesine ruhsat vardır. Fakat müs­lümanı öldürmesine ruhsat yoktur.

Eğer sabreder de öldürülürse, onun için çok büyük ecir vardır.

Şayet Allah'ı inkârdan kaçınır ve bunun için denilen şahsı Öldürür­se; kıyâsen, o sebepten dolayı.kendisi öldürülür. İstihsânen ise, —eğer, bu durumda küfre ruhsat olduğunu bilmiyorsa— bu sebepten dolayı öldürülmez.

Fakat, bu durumda, üç seneye kadar, malından diyet ödemesi gerikir.

Ancak, bu durumda küfre ruhsat olduğunu bildiği hâlde, o adamı öldürürse, İmâm Mnhammed (R.A.) bu hususu kitabda zikretmemiş; âlim­lerimizin ekserisi ise: "Bu durumda kısas gerekir." buyurmuşlardır. Ze-hıyre'de de böyledir.

Şayet, bir kimseye: "Elbette bu İaşeden yiyeceksin veya şu müslümanı öldüreceksin." denilirse; o zaman, zorlanan zata uygun olan, İaşeyi yiyip; müslümam öldürmemek olacaktır.

Eğer o İaşeden yemez de, öldürülürse; bu durumda o, günahkâr olarak ölmüş olur.

Eğer zaruret zamanında, meyte yenilebileceğini; bunun mübâh ol­duğunu bildiği hâlde, o iaşeyi yemez de müslümam Öldürürse; kısas gerekir.

İmâm Muhammed (R.A.). "bu mes'elede, eğer İaşeyi yemenin mübâh olduğunu bilmiyorsa, kısasın gerekmesinin şart olmadığını" söylemiş­tir. Bütün bilginler ise: "Lâşe meselesinde; ister mübâh olduğunu bil­sin; isterse bilmesin, —her hâlde de, kısas gerekir." buyurmuşlardır. Mu-hıyt'te de böyledir.

Bir adam, "adam öldürmek veya zina etmek nususunda" cebredilse, her ikisini de yapamaz. Çünkü, zaruret zamanında, adam öldürmek de, zina yapmak da mubah değildir.

Şayet zina yaparsa, kıyâsen had cezası verilir; istihsânen had yapıl­maz; mehir verir. Şayet, bu şahıs, bir müslümam öldürürse; emreden de öldürülür.

Bu mes'elelerde, zorlama, hapis, bağlamak veya sakalını kes­mek olursa; bu ikrah olmaz.

Eğer, o müslümam öldürürse, bu durumda öldüren öldürüler; Em­reden (= .zorlama yapan) öldürülmez. Bilakis o ma'zurdur.

Bir adam, "filan müslümam öldürmek veya başka birinin malını telef etmek için" cebredilse; o kimse, başkasının malını alıp te­lef edemez. Bu mal, ister diyet miktarından az olsun; isterse, çok olsun, farketmez. Çünkü, başkasının malını telefe ruhsat vardır. Fakat, bu mü­bâh değildir.

Şayet o adamı öldürür de, diğerinin malını telef etmezse; bu du­rumda katil, katledilir. Çünkü, başkasının malını telefe ruhsat vardır; fakat, adam öldürmeye ruhsat yoktur.

Bu şahıs, başkasının malını telef ederse; tazminat emredene âjttir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Her ekisini de yapmaya razı olmaz ve öldürülürse; bu en efdâl olanıdır.

"Kölesini öldürmek için" veya "onun matını, telef etmesi için" ölümle tehdit edilen bir kimse bu işlerin ikisini de yapamaz.

Hatta bu yüzden ölürülecekse, o zaman, bunları yapmasına ruhsat vardır.

Eğer malını helak ederse; bu köleyi öldürmekten daha güzeldir. O malı, zor kullanan şahıs tazmin eder. Şayet, köleyi öldürür de, malını zayi etmez ise» o zaman günahkâr olur.

Kendini zorlayan şahsa; tazminat da kısas da gerekmez. Zira, ken­disi onu kasden öldürmüş olur. Çünkü, onun malını zayi etmiş olsaydı; o kurtulacaktı. Bu da kendisine şer'an mubahtır. Muhiyt'te de böyledir.

Bir adam, şu iki köleden birini öldürmek üzere, ölümle ceb­redilir; onların birinin kıymeti de diğerinden az olur ve onlardan birini öldürürse bu durumda zorlanan şahıs, kendi öldürmüş gibi olur. Meb-sût'ta da böyledir.

"Şu iki adamdan birini, kasden öldüreceksin. Aksi takdir­de seni öldüreceğim." diye zorlanan bir kimse; eğer öldürürse; kısas em­redenin emrettiği şahsa âit olur. Zahîriyye'de de böyledir.

İki kölesinden birine, yüz kırbaç vurmakla emredilen zat birine vurur; o da ölürse; mükrih, bunlardan kıymeti az olanı öder. Kıy­meti az olan geride kalmış olsa bile bu böyledir. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adam, ya bir köleye yüz kırbaç vurması veya malım te­lef etmesi hususunda zorlanırsa; bu şahsın malını telef etmesinde bir beis yokdur. Zira, o malı mükrih öder. Bu köle, ister mükrehin ( = zorlana­nın); isterse, başkasının olsun, farketmez.

Şayet bu şahıs, köleye yüz kırbaç vurur ve o köle ölürse, mükrehin âmirine tazminat gerekmez. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir adam, "ya şu köleyi öldürmek; veya mükrihin kendi kölesi­ni öldürmek yahut oğlunu öldürmek veya başka bir köle öldürmek ve­yahut da babasını öldürmek üzere ölümle tehdit edildiğinde, bu mükre­hin, sayılan şahıslardan hiç birini öldürmesine ruhsat yoktur.

Keza, "Ya, sen şu adamın malını telef edeceksin; veya o adam, babasını öldürecek;" diye zorlanan zat, o malı zayi eder ve tazminatta bulunur.

Bu durumda da mükrihe müracaat edemez. Ancak günahkâr olmaz.

Eğer malı helak etmez de; babasını öldürürlerse, kendisine bir gü­nâh olmaz.                           

Ben, malın telef edilmeyipte babanın ölümünü sevmiyorum. Zahî-riyye'de de böyledir.

Şayet bir kimseye: "Ya şu içkiyi içersin veya şu İaşeyi yersin ya­hut şu oğlunu öldürürsün veya babanı öldürürsün." denilir; ancak: ''Yoksa sen öldürülürsün." diye cebredilmez; Sadece önceki gibi söyle­nirse; bu şahsın içki içmesine de, lâşe yemesine de ruhsat yoktur. Çün­kü, burada zaruret yoktur. Şayet bu şahsa: "Oğlunu öldüreceksin veya babanı öldüreceksin yahut şu köieni bin dirheme satacaksın." denirse; o kölesini satması, kıyâsen caizdir. Fakat istihsânda, o satış bâtıldır.

Tehdid, herhangi bir akrabasını öldürmesi üzere yapılırsa onu öldürmez.

Bir adama: "Ya babanı zindana atacaksın veya köleni şu adama bin dirheme satacaksın." denildiğinde, onun köleyi satması kıyâsen caizdir.

Bu, diğer akrabalar hakkında da böyledir, îstihsânda ise, bunların hepsi de ikrahdır ve bu tasarrufâtın hiç bi­risi yapılmaz. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adam, kölesini öldürmesi veya elini kesmesi için ölümle teh­dit edilirse; bunları yapmasına ruhsat yoktur.

Eğer yaparsa günahkâr olur ve öldürdüğü için öldürülür; kestiği el için de, onun yarı kıymetini öder. Serahsî'nin MuhıytÖrıde de böyledir.

Bir adam, diğerinin elini kesmesi için cebredilir; o da, onun elini kestikten sonra, ikrâhsız olarak ayağını da keser ve o adam ölürse; ke­sen şahsa kısas gerekir.

Mükrihede kısas gerekir. Çünkü onların birisi sebebiyle ölmüştü ikisi de katil olmuşlardır. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre, ikisinin malın­dan da, o şahsın diyeti verilir. Tebyîn'de de böyledir.

Şayet, bir kimse, yağ küpünü dökmeye zorlanırsa, tazminat dök­türene aittir. Cevâlhirü'l-Ahlâtî'de de böyledir.

Tecrid'de şöyle zikredilmiştir: Bir adamın elini kesmeye zorlanan şahsı; elin sahibi: "Sana, elimi kesmen için izin veriyorum." derse; bu izin ikrah olmaz.

Ancak, bu durumda yine de el kesmeye ruhsat yoktur.

Şayet keserse, günahkâr olur.

Fakat tazminat gerekmez. Mukrih'e de tazminat gerekmez. Eğer ikrah ölüm tehdidi ile yapılır ve adam da elinin kesilmesine izin verirse, kesen şahsa, bir şey gerekmez. Mukrih'e ise diyet gerekir. Tatarhâniyye'-de de böyledir.

Halîfe, bir adamını bir köye gönderdiğinde; giden şahıs, bir adama "Ya sen, bu adamı kılıçla öldüreceksin veya ben seni öldüreceğim." der­se; mukrehin, o adamı öldürmesi uygun olmaz; bununla birlikte, şayet öldürürse, kısas o şahsa emreden kimseye ait olur. Mükreh de günah­kar olur; fasık olur; şehâdeti reddedilir. Katli de mubah olur. Âmirin mükrihi mirasdan mahrum olur; me'mürun mükrihi mahrum olmaz. Hizânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Âmil ona: "Sen, onun elini keseceksin; değilse ben seni öldüre­ceğim." derse; onu yapması da uygun olmaz.

Keza, bir parmağını veya benzeri şeyleri kesmek —her ne kadar, halifenin re'yi mükrihin me'murunu hapsetmek olsa bile— böyledir. Ta-tarâniyye'de de böyledir.

Şayet, bir âmil, bir kimseye, diğerine bir kırbaç vurmasını veya saçım-sakalmı tıraş etmesini yahut onu bağlamasını ' söyler; ve bunları yapmaması hâlinde onu ölümle tehdid ederse; ben, emredilenin bunu yapması hâlinde günahkâr olmayacağını; yapmamasında da günahkâr olmayacağını ümid ederim.

Müellif bu recasım askıda bırakmıştır. Çünkü, o, bu sözün aynı­sına bir nas bulamamıştır. Hâlbuki, fetva, bunun için ruhsat bulundu­ğu hususundadır. Re'y ile kullara.zulüm caiz değlidir. îşte bunun için­dir ki, müellif, recasım muallakta bırakmıştır.

Şayet kırbaçlamakla veya habsetmekle yahut bağlamak veya saçı­nı sakalını tıraş etmekle tehdid ederse, —az olsun, çok olsun,— bir kim­seye zulmetmek üzere —bu durumda, bu zulmü yapmaya ruhsat yoktur.

Bir adam, bir başkasını, diğer birine iftira etmek üzere, Ölümle tehdit etse; ben, bunda da ruhsat olduğunu ümid ediyorum,

Bir adamın, malını alıp, başka birine vermek üzre öldürülmekle tehdit edilen kimse için, malı ondan alıp diğerine vermeye ruhsat oldu­ğunu ümid ediyorum.

Bu durumda tazminat emredene aittir.

Bu ruhsat, emredilen şahsın yanında olması hâlinde böyledir. Eğer, âmir, onu, işi yapmak için başka yere gönderir; tehdid de etmemiş olursa; bu durumda o işi yapması helâl olmaz.

Ancak, emreden şahıs, kendisine mal verilecek olan şahsı da bera­ber yollar ve o şahıs, yapmaz ise, öldüreceğinden korkarsa, ruhsat vardır.

Şayet mükrih, habs ile bağlamakla tehdid etmişse; o işi yapmasına ruhsat yoktur. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adam, talâk ve ıtâk hususunda ikrah edilir ve karısını boşar veya kölesini azâd ederse; talâk da, ıtak da vâki olur.

Bu durumda mükrih, ister, zengin olsun; ister fakir olsun; kölenin bedeli ona tazmin ettirilir.

Keza, duhûlden önce ise, rnehrin, mehr-i müsernmâ olması hâlinde onun yarısı için; mehir, mehr-i müsemmâ değilse; bir miktar menfaat için müracaat eder.

Bir adam, karısını boşamak veya kölesini azad etmek için karısı veya kölesi yahut bunlardan başkası tarafından cebredilir; adam da, bu işi birine havale ederse; talâk da ıtak da vâki olur. Duhûlden önce, em­redilen şahıs, mehrin yarısı için, emredene müracaat eder ve kölenin kıy­metini alır. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.), şöyle buyurmuştur:

Şayet bir çok haydut, bir adamı, dâhil olmadığı karasını, bir talâk boşaması hususunda ölümle tehdit ederler; bu adam da onu üç talâk basarsa; kendine ikrah edenlere, müracaat edemez. Kendisi, mehrin ya­rısını kadına borçlanır.

Eğer, üç talâk üzerine cebredilmiş olsaydı, o takdirde kendisi kadı­na dahil olmadıysa mehrin yarısını verir; mükrihe de onun için mürâc-cat edebilirdi.

Ölüm tehdidi ile, kölesinin yarısını azâd eylemeye zorlanan kim­se; kölenin tamamını azâd ederse; köle hür olur.

Bu durumda, kendisi mükrihe bir şey için müracaat edemez. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre böyledir. İmâmeyn'e göre ise, ister zengin, ister fakir olsun, kölenin kıymeti için mükrihe müracaat eder.

Kölenin tamamını azâd etmekle cebredilen bir kimse, onun yarı­sını azâd ederse; bu mes'ele kıyâsda önceki gibidir.

Bu kıyâs, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'nın kıyâsıdır.

İmâm Muhammed (R.A.)'e göre ise, o kölenin tamamı azâd edilmiş olur. Mükrih, —zengin olsun fakir olsun bu kölenin kıymetinin tama­mını öder.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre ise, bu kölenin yarısı azâd edilmiş olur; yansı köle olarak kalır.

Yarısı azâd olunca da kıymetinin yansı için müracaat edebilir.

Geride kalan yarı kıymeti» mükrih tazmin eder mi?

— Eğer zengin ise tazmin eder; fakir ise, tazmin etmez. Muhıyt'te de böyledir.

Hasta bir adam, ölüm tehdidi ile ve karısının isteğiyle karısını boşar ve onu bâın talakla boşaması istendiği hâlde o, o öyle boşar; son­ra da ölürse; iddeti çıkmadan önce, kadın vâris olur.

Şayet kadın, iki bâin talâkla boşamasını ister; o da iki bâin talakla boşar; sonra da kadının iddeti çıkmadan önce, adam ölürse, kadın vâ­ris olamaz. Mebsût'ta da böyledir.

Şayet, bir koca, karısının boşanmasını, birine havale eder ve ko­cası, o adamı, kadını boşamaya icbar eder; o kadına da dâhil olmamış bulunur; o adam da iki talâk boşarsa; bu durumda mükrih'e, mehir taz­minatı gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

Kocanın aynı şekilde yaptığı zat, ikrâhsız iki ta&k boşasa bile böyledir. Mebsût'ta da böyledir.

Şayet, kocasının selâhiyet verdiği bir kadın, kocanın cebriyle ken­disini boşarsa; yarı mehir gerekir. Kocası onu tazmin eder. Serahsî'nin Muhıyn'nde de böyledir.

Bir adam, karısına: "Sen, istersen; seni tatlîk edersin." der; sonra da, ona zor kullanıp, ona: "İstersen, kendi kendini boşarsm." der; o da: "Öyle olsun." derse; kadın nefsini tamamen boşamış olur. Ve ko­casından, mehrin' yansını alır.

Bir adam, bin dirhem karşılığında, kocasından boşanmasını ka­bul etmesi için zor kullanılır; o da: "Kabul ettim." derse; talâk ric'i olur; ona mal gerekmez.

Şayet bundan sonra, kadın, o zorlandığı şey mukabilinde talâka ica­zet verirse; bu icazeti İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, caiz olur ve mal lâzım talâk da bâin olur.

İmâm Muhammed (R.A.) göre, bu icazet bâtıldır ve talâk rıc'idir.

Bu hususta, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'tan ise iki rivayet vardır:

Bu rivayetlerden biri İmâm Muhammed (R.A.)'m kavli gibidir. Diğe­ri ise, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavli gibidir. Fetâvâyi KâdîbârTda da böyledir.

Esah olan, İmâm Ebû Hanîfe (R:A.)'nin kavlidir.

Şayet boşama yerinde hulû' (= kadını, mal mukabilinde boşama) olsaydı; talak bâin olur ve kadına karşı bir şey gerekmezdi. Mebsût'ta da böyledir.

Şayet, bir koca, bin dirhem mukabilinde karısını boşamaya zor­lanır; kadın da bunu kabul etmeye zorlanır; her ikisi de denileni yapar­larsa, bu durumda malsız olarak talâk vâki olur.

Sulhda, kısâsda, azâd etmekde durum böyledir. Ancak bu hallerde, mukrih'in kölenin bedelini ödemesi gerekir. Eğer adam, ölümle tehdid edilmişse bu böyledir. Şayet, hapsedilmekle tehdit edilmişse tazminat gerekmez. Mebsût'­ta da böyledir.

Bir kimse duhûlden önce muhayyer olmak üzere, câriye azâd edil­meye zorlansa; kocasına mehir gerekmez; efendisine de gerekmez. Mukrihe de tazminat gerekmez. Serahsî'nin Muhıyft'nde de böyledir.

Bir adam, karısını bin dirhem karşılığında, bir talâk boşamak üze­re, ölümle tehdit edildiğinde; bu adam üç tef'a ve biner dirheme karşı­lık boşarsa; bunların hepsi de kabul edilir ve kadın üç talâk boş olur. Bu kocaya ğçbin dirhem ödenir. Bu iş duhûlden önce olduğu için, ka­dın kocasından nısıf mehir ( — mehrinin yarısını) alır. Mükrihe de hiç bir şey için müracaat edilmez.

Eğer nısıf mehir üçbin dirhemden fazla ise, bu koca tarafından kas-den yapıldığı için ona aittir. Bin dirhem karşılığında bir talâk üzere zor­lama yapılmış olur; adam da öyle yapar; kadın da kabul ederse; bin dir­hem vermesi gerekir.

Sonra da yan mehre bakılır: Eğer «o bin dirhemden fazla ise, koca o fazlalığı kadına öder. Sonra da mükrihe müracaat ederek —ikrah te­lef va'di ile yapılmışsa— o fazlalığı, ondan alır.

Bu, İmâmeyn'in kavlidir. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre ise, koca­ya, o bin dirhemden başka şey gerekmez. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adam, kıymeti bin dirhem olan kölesini, yüz dirheme azâd etmesi hususunda zorlanıp, köle de, zorlanmadan kabul etse; bu durum­da, yüz dirhem üzerinden azâd caizdir.

Sonrada efendisi muhayyerdir: Dilerse, mükrihe, kölenin tam be­delini ödetir; o da köleye başvurur; dilerse, köleden yüz dirhem alır ve dokuzyüz dirhem için de mukrih'e baş vurur.

Kıymeti bin dirhem olan bir kölenin efendisi, onu bir seneye ka­dar iki bin dirhem karşılığında azâd etmesi için cebredilirse; bu durum­da efendi muhayyerdir: İsterse, kölenin tam kıymetini cebreden şahsa ödetip; bir sene sonra köleyi ikibin'dirhem üzre ilzam eyler. Mükrih taz­minat yapınca, o, kölenin efendisi yerinde olur. Ondan, İki bin dirhem alırsa, bin dirhemini kendi alır; kalanını tasadduk eder. Çünkü o, habis (= pis) bir kazançtır. Mebsût'ta da böyledir,

İki kişinin ortak bulunduğu bir köleyi, ortaklardan, birisi, azâd ederse: itki (= azâd etmesi) caiz olur.

İmânıeyn'e göre, ıtk tecezzi kabul etmez.

Eğer mükrih, zengin ise; kölenin tam kıymetini, ikisi arasında taz­min eder. Eğer fakir ise, ikrah olunanın hissesini öder.

Köle de diğer ortağın hissesini ödemeye gayret gösterir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kıyası ise, mükrih O tehdid eden) zor­lananın hissesini —ister zengin olsun, ister fakir olsun— öder.

Diğerinin hissesine gelince, eğer mükrih zengin ise, o zat muhay­yerdir: dilerse, kendi hissesini de azad eder; dilerse, köleye kıymeti için ruhsat verir, Ve dilerse, mükrih'e kendi hissesini ödetir.

Kölenin velâsı mükrih ile mükreh'e âit olur. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir adamın kölesi, hata ile birini öldürür; efendisi de onu azâd için zorlanır; bu mükrih de onun cinayet işlemiş olduğunu biliyorsa, kö­lenin efendisi, onu mükrihe tazmin ettirip alır ve cinayet  ehline  verir.

Şayet ikrah, telef değil de, habs veya bağlamak ise, mükrih köle­nin efendisine bir şey ödemez ve efendi, kölenin kıymetini cinayet ehli­ne öder. Serahsî'nin Muhıyb'nde de böyledir.

Şayet, bir haydut, bir adamı, bin dirhem kıymetinde olan bir kö­leyi, birisinden alıp, azad etmesi için ölümle tehdit eder; bu adam da öyle yapar; azâd edilen de bunu kabul ederse; bu durumda köle, hür olur.

Sonra da kölenin efendisi muhayyer kılınır: Dilerse, kendisinden azâd ettiren şahsa ödetir; dilerse, mükrih'e ödetir.

Eğer, mükrih öderse; velâsı ona âit olur. Hapsetmekle tehdit edi­lince, kıymetini köleyi azâd ettiren öder; mükrihe bir şey gerekmez. Meb-Mit'ta da böyledir.

Köleyi azad eden de, ettiren de (her ikisi de) ölüm tehdidiyle ik­rah edilirse; köle kendisinden azad edilen şahsın kölesi iken, hür olmuş olur; velâsı ona aittir.

Şcmsii'l-Kimme, şöyle buyurmuştur:

Bu, şunun yerindedir: Bir adam, birini, kölesini, bin dirheme sat­maya zorlayıp, o köleyi, ona verir; diğeri de satın almaya zorlanır ve teslim alıp azâd ederse; tazminat yalnız zorlayana âit olur. İşte, önceki mes'ele de böyledir. Eğer, hapsedilmekle tehdit edildikleri hâlde ikisi de, denileni yaparlarsa, kölenin kıymetini, köleyi azâd ettiren efendisi­ne tazmin eder. Mükrih'e bir şey gerekmez.

Şayet kölenin efendisi, hapsedilmekle; azad ettiren ise, ölümle teh­dit edilirlerse; bu durumda köle, azâd ettiren şahıs tarafından hür edil­miş olur.

Sonra da azâd ettiren zat, kendine zor kullanana, kölenin kıymeti­ni ödetir. Zahîriyye'de de böyledir.

Köle, mal mukabili azâd edilmeye zorlanırsa; bir şey gerekmez. Bu durumda mükrih, onun bedelini efendisine tazmin eder.

Tehdidini yerine getirmeye güeü yeten bir haydut, bir adama: "Ya köleni azad edersin; veya seni öldürürüm." veya aynı sözü, ona, karısı­nı boşaması için söyler ve: "Hangisini istersen, onu yap." der; mükreh de dahil olmadığı karısını boşar veya köleyi azâd ederse; mükrih, dâhil olmadığı karısı için, mehrin yarısını öder. Kölenin ise, kıymetinin ta­mamını öder.

Şayet, koca, karısına cima yapmışsa, mükrih bir şey ödemez. Meb-sût'ta da böyledir.

Tecrîd'de şöyle zikredilmiştir:

Eğer kadın, kendisine dokunulmamış bir kadınsa, ikrah da, hap­setmek ve bağlamak gibi, bir şeyse; adam da denilen şeylerden birisini yapmışsa; bu durumda ikrâhcıya bir şey gerekmez. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bir adam: "Bundan sonra sahib olacağım bütün kölelerim hür­dür." demesi için cebredilir; sonra da, bu şahıs bir köleye sahip olur ve onu azad ederse; bu durumda mükrihe bir şey gerekmez.

Şayet, bu durumda köleye vâris olursa; kölenin kıymeti için, istih-sânen mükrihe müracaat edilir.

Bir adam, kölesine: "İstersen hürsün." veya "Eve girersen hür­sün." yahut "Eve girersen, azâd olunmuşsun." gibi bir söz söylemesi için cebredilirse; bu takdirde, kölenin kıymeti için mükrihe müracaat eder.

Şayet kölesini, kendisinin bir iş yapmasına karşılık olarak azâd et­meye zorlanır; o iş ise, kendisinin yapması mecburî olan bir iş olursa  (farz namazı kılmak veya benzeri gibi...) veya o işi bırakıp yapmayın­ca, can korkusu varsa (yemek, içmek gibi.,.) bu durumda onu yapar ve, köleyi azâd eder ve kıymeti için mükrihe müracaatta bulunur.

Borcunu ödemesi veya yapması gereken buna benzer bir işi yap­ması için tehdit edilen şahıs, onu yaparsa; mükrihe müracaatta buluna­maz. Hapsedilme tehdidi gibi, bu da ikrah sayılmaz. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir köle, efendisini ölümle tehdit ederek, azâd olmasına izin is­ter; o da izin verir ve bu köle azâd olursa; kıymetini öder.

Eğer, bu kölenin tehdidi, hapsetmek gibi basit bir şeyse, o zaman, azâd edilince, kıymetini ödemez.

İmâm Muhammet! (R.A.), el-Asl'da şöyle buyurmuştur:

Bir adam, mehr-i misli bin dirhem olan bîr kadını on bin dirhem mehirle nikahlamak üzere, ölümle veya hapsedilmekle yahut bağlanmakla veya dövülmekle tehdit edilirse; bu nikâh caiz olur. Ancak mehr-i mis­linden fazla olan kısım geçersiz olur. Hidâye Şerhi Aynî'de de böyledir.

Bu durumda, bu koca, hiç bir şey için, mükrihe müracaat ede­mez. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Şayet, bir kimse, bir kadının mehr-i misli, onbin dirhem iken, bin dirheme nikahlanmaya zorlanır; onun yakınları da, istemiyerek onu nikahlarlarsa; bu nikâh caiz olur. Mükrihe tazminat gerekmez.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, yakınlarının itiraz hakkı olur. İmâmeyn'e göre ise, asla olmaz.

Eğer kadm, bidayette nefsine, emsalinden daha az mehr-i misil- ie ihtHafhdır:

Şayet koca, ona küfüv değilse (= yâni denk = misil = benzer de­ğilse); bu durumda kadının velilerinin itiraz haklan vardır. Bu, bi'1-ittifak böyledir.

Bu kadın, müsemmaya (- belirlenen mehre) razı olup, kocası ona dâhil olmadan önce böyledir.

Eğer kadın, müsemmaya razı olmamışsa; o zaman duruma bakılır:

Eğer kocası, kadına emsal ise, kadının bütün âlimlere göre, mehri-nin noksan olduğundan dolayı itiraz hakkı vardır.

Şayet iş hakime çıkarılırsa, kocası muhayyerdir:

Ya: "mehrini tamamlarım.'   der veya, araları ayrılır.

Şayet mehri tamamlarsa, nikâh geçerlidir. Yok eğer, razı olmazsa; aralan açılır. Bu durumda, onun için mehir olmaz.

Şayet kocada küfüv (= denklik)-yoksa, hem kadın, hem de onun velileri için, o nikâha itiraz hakkı vardır. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye gö­re —hem denklik, hem de mehir noksanlığından dolayı— böyledir. İmâ­meyn'e göre ise, kadının ve velilerinin, —başka değil— denklik olmadı­ğından dolayı itiraz hakları vardır.

Bunların tamamı, duhûlden öncedir.

Şayet, duhûl vâki olmuş ve bu kadına da kullanılmış ise, kocada küfüv (= denklik) bulunması hâlinde o nikâha kimsenin itiraz hakkı yoktur.

Şayet, kocada denklik yoksa, hem kadm, hem de velileri için —bu sebepten dolayı— itiraz hakkı vardır.

Şayet, kadının kendi rızası ve isteği ile duhûl vâki olmuş ve mehr-i müsemmasına da razı olmuşsa, bu rızaya delâlettir ve nassan açıkça ra­zı olmak gibidir.

Şayet açıkça razı olursa, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): "Kocada küfüv yoksa, veliler için itiraz hakkı vardır." buyurmuştur. İmâmeyn'e göre ise, hem küfüv, hem de mehir noksanlığı varsa; itiraz hakları vardır. Şeyhül­islâm Hâher-zâde, bunları, böylece hülasa etmiştir. Hidâye Şerhi Aynî'de de böyledir.

Bir kimse, kendisine dâhil olunmamış bir kadının talâkına zora­ki vekil tayin edilir veya kölesini azâd etmeye vekil tayin edilir; bu vekil de bu işleri yaparsa; bu vekâlet istihsanen caiz olur; kıyasen caiz olmaz. Çünkü ikrahla vekâlet olmaz.

Bu durumda zorlanan şahıs, zorlayana, kölenin kıymeti için müra­caat eder.

Istihsanda ise, yan mehre müracaat eder. Kıyâsen ise, müracaat ede­mez. İstihsandaki garaz,—tazminân yapmayışı— mülkü, vekile müba­şeret ediyor. Çünkü onda ikrah yoktur. Kâfi'de de böyledir.

Şayet ikrah habs üe veya kayd ile olursa, mükrihe tazminat ge­rekmez. Zehıyre'de da böyledir.

Bir kimseye, ölüm tehdidi ile: "Şu köleyi, bin dirheme satacak­sın." denilir; köleyi teslim etmesi için de zorlanır; zorlanan da aynısını yapar; sonra da vekil, köleyi satıp parasını alır ve müşteriye verir; köle de müşterinin yanında zayi olur ve müşteri bunu kasden yapmış olursa; kölenin efendisi, muhayyerdir: Kölenin kıymetini, isterse, zorlayana is­terse, vekile ödetir.

Eğer müşteri ödemişse, o, hiç birine, —kölenin kıymetinden— hiç bir şey için müracaat edemez. Ancak, vekile verdiği parasını alır.

Eğer vekile tazmin ettirirse; vekil, kölenin kıymeti için müşteriye müracaat eder. Mükrihe müracaat etmez. Müşteri de, parası için, veki­le müracaat eder. Şayet, mükrihe müracaat eder; bu durumda mükrih de müşteriye veya vekile müracaat eder.

Şayet ikrah bağlamak veya hapsetmek şeklinde olursa; bu durum­da müşteri, hiç bir şey tazmin etmez. Muhıyt'te de böyledir.

Efendi de, vekil de ölümle tehdit edilirlerse; efendi muhayyer­dir: İster, o kölenin kıymetini müşteriye; isterse, mükrihe ödetir. Çün­kü o, kölenin teslimi ikrah etmiştir.

Sonra da, mükrih müşteriye müracaat eder.

Vekilin tazminatta bulunması gerekmez.

Şayet, hepsi de ölümle tehdit edilmişlerse, tazminat yalnız mükri­he aittir. Çünkü, itlaf ona mensûbdur. Bu durumda mükrih, hiç birine müracaat edemez. Çünkü onlar onun âleti hükmünde olmuşlardır.

Eğer onları hapsetmekle tehdit etmiş olsaydı, o zaman, bu mükri­he tazminat gerekmezdi. Ve efendisi, köleyi müşteriye ödetirdi.

Şayet, vekile ödetmiş olsaydı, o da müşteriye başvururdu. Ve köle­nin kıymetini ondan alırdı. Çünkü, o, onun yerine tazminat yapmış hükmündedir.

Şayet, kölenin efendisi, ölümle tehdit edildiği hâlde, vekil ile müş­teri hapsedilmekle tehdit edilirlerse; bu takdirde, efendi kölesini onlar­dan hangisini isterse, ona ödetir.

Şayet, müşteriye ödetirse, o hiç kimseye müracaat edemez.

Eğer vekile ödetirse; o, müşteriye müracaat eder; mükrihe müra­caat edemez.

Eğer kölenin sahibi, mükrihe (= cebredene, zorlama yapana) mü­racaat eder de, köleyi ona ödetirse; o da, kölenin kıymeti için, müşteri­ye müracaat eder; vekile müracaat edemez.

Eğer, hem vekili, hem de efendiyi ölümle tehdit eder de, müşteriyi hapsetmekle tehdit ederse; o zaman, mükrihe ödetir; vekile müracaat edemezler. Mükrih müşteriye müracaat eder; dilerse ona ödetir. Meh sût'ta da böyledir.

Eğer, efendi ile vekil, hapsedilmek ve bağlanmakla tehdit edil­dikleri hâlde, müşteri öiumle tehdit edilirse; bu durumda ancak, vekil tazminatta bulunur; başkasına tazminat gerekmez. Müşteri ölümle teh­dit edilince, —satın almaya teslime değil— bu böyledir. Çünkü teslim alası, mükrihe muzaf olmaz.                                                           

Eğer her ikisine de zorlanmışsa, mevlâ mükrihe ödetir.

Mal sahibi ile müşteri ölümle tehdit edildikleri hâlde, vekil, hapse­dilmek ve bağlanmakla tehdit edilirse, —başkası değil— ancak vekil taz­minatta bulunur. Ve kimseye de müracaat edemez.

Şayet mevlâ, mükrihe ödetirse, o, vekile müracaat edemez. Serah-sî'nin Mnhıytı'nde de böyledir.

Bir adam, "Bir adamı, köleyi şu adama, bağışlamaya vekil et­mesi için" ölümle tehdit ettiğinde, o da denileni yapar; vekil de, köleyi teslim alıp, kendisine bağışlanacak olan şahsa verir; o köle de onun ya­nında ölür ve bu durumda vekil ile kendisine bağış yapılan şahsa zor kullanılmamış kimselerse; bu durumda artık efendi onlardan dilediğine ödetir.

Şayet, kendisine bağış yapılan şahsa, o kölenin kıymetini ödetirse; o, kimseye müracaat edemez.

Eğer vekile ödetirse; o, kendisine bağış yaptığı kimseye müracaat eder.

Ve şayet, mükrihe ödetirse; o ister, vekile; isterse, müşteriye müra­caat eder.

Vekile müracaat ederek, kölenin bedelini ondan alırsa; o da müş­teriye müracaat eder.

Şayet, ikrah haps ile yapılmışsa mükrih tazminatta bulunmaz. Bu durumda efendi bu kölenin bedelini, ister vekile; isterse, müşteriye ödetir.

Eğer vekil öderse; o da kendisine bağış yapılana ödetir. Mebsûl'ta da böyledir.

îkrâh hâlinde, bir şey nezrediimez (= adanmaz).

Bir kimse, zekât, namaz, hac veya benzerleri gibi Allah'a yaklaştırıcı amelleri yapmaması hâlinde, öldürülmekle tehdit edilirse; onu he­men yapar. Keza, bir kimse, diğer bir şahsı, feshi gerekmeyen bir yemi­ni yerine getirmemesi hâlinde öldürmekle, tehdit eder, yemin bozulun­ca da mal gerekiyor olursa; bu durumda ikrahın te'siri yoktur. Mük-reh, bu durumda mükrihe müracaat edemez.

Keza, bir kimse, karısını muzahara yapması hususunda tehdit eder; kadın da zıhar yaparsa; o muzahara geçerli olur; keffareti gerekir.

Ric'at da böyledir.

Hulû' malını vermek de böyledir.

Erkek tarafından yapılan îla yemini de böyledir. İkrahın bu şeyler­de te'siri yoktur ve bunlardan dolayı mükrihe müracaat gerekmez. Ke­za, bir kimse, karısını muzahara yapması için zorlarsa o muzahara ge­çerli olur ve koca, keffareti yerine getirilinceye kadar, karısına yaklaşa-maz. Kâfî'de de böyledir.

Bir adam, dahil olduğu karısına duhûlden sonra, bin dirhem mal mukabili boşaması hususunda cebredilir ve bj kadının mehri dört bin dirhem olursa; kadına karşı yapılan bu ikrah, yani bin dirheme hulû' yapması caiz olur. Bu durumda koca, hiç bir şey için, mükrihe müraca­at edemez. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adama, zıhar keffareti vacip olduğunda, hükümdar, onu zı-hanndan ıtk etmeye zorlar; bu adam da azâd ederse; burada iki durum vardır:

1- Bu  şahıs,   belirlenmeyen   bir  köleyi  ıtk  etmesi  hususunda zorlanabilir.

O takdirde, mükrihe tazminat gerekmez. Çünkü, farz olana ikrah eylemiştir.

2- Belirli bir köleyi ıtk eylemeye zorlanabilir. Bu hususta, Şemsü'l-Eimme, Şerhi'nde tafsilâtsız olarak, şöyle buyurmuştur:

Gerçekten, mükrihin, onun bedelini ödemesi gerekir. Mükreh kef. faretten dolayı cezalı değildir. Çünkü o, onu boş yere bedel olarak ver­miştir. Şeyhu'l-İslâm ise, tafsilatlı olarak bu meseleyi anlatarak şöyle buyurmuştur:

Eğer, köle hür olmak üzere zorlanır; o da buna karşılık susar, ko­nuşmazsa; ahras bir köle kıymeti ödetilir. Mükrihe tazminat gerekmez.

Eğer köle ahras olmazsa, kıymetini mükrih öder. Mükrehe keffâ-ret gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

Şayet: "Ben, zinamdan bedel, azâd etmeyi murad ettim. Bana em-reylediğin gibi... Kalbime başkaca bir şey gelmedi." derse; o zaman, o keffâret caiz olmaz ve kıymetini mükrih öder.

Şayet, hapsetmek veya bağlamakla tehdit ederse, tazminat gerek­mez. Seraha'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Bir kimse, ölümle tehdit edilerek, karısına îla yapması istenir; o da îlâ yapar ve dört ay kadını terk edip, ona cima etmezse; mehrinin yarısı lâzım olur ve mükrihe de müracaat edemez. Çünkü, bu müddet içinde yaklaşma imkanı vardı; yaklaşmayınca, ona razı olmuş gibi olur ve yarım mehir gerekir.

Eğer kadına cima eyleseydi, keffâret gerekirdi.   : Mükrihe de bir şey için müracaat edemezdi.

Bir kimse, tehdit karşısında: "Eğer karıma yaklaşırsam; şu kö­lem hürdür." dediği hâlde; o kimse, karısına yaklaşırsa; köle azâd ol­muş olur. Bu durumda mükrih'e bir şey gerekmez. Çünkü, ikrah vâki olmamıştır.

Eğer, terkederse, îlâ sebebiyle, kadın bâinen boş olur. Duhûlden önce böyle olursa; yarım mehir gerekiyor ve mükrihe de bir şey için müracaatta bulunamıyor. Mebsnt'ta da böyledir.

Şayet, kadın, müdebber veya ümm-ii veled olur ve onu azâd et­meye yemin eder ve kadına da yaklaşırsa; yine mükrihe tazminat gerekmez.

Şayet yaklaşmaz da müddet geçerse; kadına yakınlık göstermez ise, yan mehir gerekir.

İstihsânen, ıtka yemini sebebiyle mükrihe bir şey için müracaat ge­rekir. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.

Bir kimse, tehdit karşısında: "Eğer, kanma cima edersem; ma­lım fukaralara sadaka olsun." der ve dört ay kadını terkederse; —bu kadın dahil olctuğu bir kadın değilse veya dört ay içinde yakın olmuşsa— bu kadın bâin ve sadaka lâzım olur. Mükrihe bir şey için müracaat ede­mez. Bu, fakirlere nezr etme tehdidi mânasmdadır. Mebsût'ta da böyledir.

Bir kimse, yemin keffâreti için tehdit edilir; onu da bozar ve o da ta'yimiz olursa; bir nev'i keffâret öder. Yemin keffâretlerinden hangisi olsa caizdir. Mükrihe tazminat gerekmez.

Belirli veya belirsiz bir köleyi azâd etmesi için tehdit edilen şah­sın, köleyi azâd etmesi, —onun kıymeti, sadakadan veya elbiseden az ise— caizdir. Bu durumda da mükrihe tazminat gerekmez.

Şayet, kölenin kıymeti daha az ise, onu sadaka veya elbise kıyme­tine varana kadar artırır. O takdirde, kölenin kıymetini mükrih öder.

Bir kimse, ölüm tehdidi ile sadaka vermeye zorlanır ve zorlandı­ğı sadakanın kıymeti, elbise ve köle azadından az ise, o keffâret yerine caiz olur. Bu durumda da mükrihe müracaat gerekmez.

Eğer, elbise ve köle azadından fazla olursa; onu mükrih tazmin eder. keffâretten dolayı da caiz olmaz. Eğer alınacak kadar ise, onu geri ister.

Eğer bu durumda ikrah hapsedilmek veya bağlanmakla yapılmış­sa, tazminat gerekmez. Fakat, verdiğini mükrihden geri ister. Çünkü hapis sebebiyle gönüllü vermemiştir.

Bundan sonra, sadaka veren şahıs, eğer mal duruyorsa, izin zama­nında bu iznin gereğini yapar; eğer durmuyorsa, bir şey yapmaz Muhıyt'te de böyledir.

Bir kimse, yapılması üzerine vacip olan bedene (~ bir deve) ve­ya hac kurbanı yahut zekât veya hac gibi bir şeyi yapmaya cebredilir; adam da onu yaparsa; mükrihe aynısını yapmasını emredemez. Mükri­he bir tazminat da gerekmez. Adamın yaptığı da ondan caiz olur.

Şayet, —fakirlere tasaddukta bulunmak gibi— bizzat kendisinin yapması vacip olan bîr şeyi yapması için, hapsedilmek veya ölümle teh­dit edilir ve onu tasadduk ederse; o caiz olur. Bu şahıs, mükrihe, bir şey için müracaatta bulunamaz.

Bir kimse, kurban kesmesi veya fıtır sadakası vermesi için ikrah edildiğinde, onları yaparsa caiz olur. Ve bu şahıs mükrihe bir şey için müracaat edemez. Bir kimse, yemin ederek: "Kabe'ye bir kurbanlık yol­layım." der; birisi de onu öldürmekle tehdit ederek "deve göndermesi veya onu kesip, etini tasadduk etmesini" ister; adam da Öyle yaparsa; mükrih onun kıymetini tazmin eder. Nefsine vacip olan da caiz olmaz.

Eğer, ondan az bir şeye ikrah eder; —hedyin kıymetinden daha az olan bir şeyle— veya başka şeyle tehdit eder; adam da öyle yaparsa; mük­rih bir şey tazmin eylemez. Çünkü onun daha fazlası, o adama vacip olmuştur.

Bir adam, Allah'a yemin ederek: "Ben, bir köle azâd edeyim." der; mükrih de ölümle tehdit ederek, o şahsın "belirli bir köleyi azâd etmesini" söyler; adam da onu korku belâsı azâd ederse; mükrih onun kıymetini öder. Bu adamın da nezri caiz olmaz.

Eğer, mükrihin tehdit eylediğinin kıymetinin daha az olduğunu bi­lirse; o taktirde mükrihe tazminat gerekmez. Adamın da itki caiz olur.

Bir adam, "Allah için, Herevî veya Mervî bir elbise tasadduk ede­ceğim." diye yemin eder ve bu şahıs, aynısını yapmakla tehdit de edilir ve onu tasadduk ederse; o zaman, tasadduk ettiği elbiseye bakılır: Eğer, kendisinin tasadduk edeceğinden, bunun kıymetinin daha az olduğunu iyice bilirse; o zaman, nezri caiz olur; mükrihe de tazminat gerekmez.

Eğer, kendisinin nezreylediği daha kıymetli ise, aradaki kıymet far­kını tasadduk eder.

Bir adam, "Allah için, fakirlere, on ölçek buğday sadaka edece­ğim." der; on ölçek eski buğday yerine, onun bedelinde beş ölçek buğ­day vermesi için de ölümle tehdit edilirse; bu durumda mükrih mislini tazmin eder. Çünkü, veren şahıs, vacibattan kurtulmuş değildir. Zira, bu nevi şeylerin yenisine, eskisine itibar yoktur. On ölçeğin yerine, beş. Ölçek verilmesi kat'î surette caiz değildir. Çünkü zarar, nezredene ait­tir. Zira nezredenin on ölçek ödemesi gereklidir.

Bir adamın, yirmi beş devesi bulunur; bunların üzerinden de bir yıl geçer ve kendisi de ölümle tehdit edilerek bir deve vermeye zorlanır­sa; bu durumda mükrih, fazla olan farkı borçlanır.

Vasat olanın üzerindeki fark, tasadduk eden şahsın sadakası ola­rak caiz olur. Zira o fazlabk ribâ değildir. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adam, bir kadına zina etmeye zorlandığında, o adam o kadı­na zina ederse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.), Önce: "Had gerekir." buyur­muştu; sonra bu kavlinden vaz geçti ve: "Had gerekmez." buyurdu.

İmâmeyn'in de kavlidir.

Bu durumda zina edene, mehir lâzım gelir.

Burada kadının zorlanıp, zorlanmaması da müsavidir.

Zina eden şahıs, mükrih'e (= zorlayan şahsa) da müracaat edemez. Çünkü, bu durumda zina eden şahsa, cima menfaati sağlanmış oldu.

Bu, şunun gibidir. Bir adam, kendi ekmeğini yemesi için zorlansa; şayet karnı aç ise, mükrihe müracaat edemez; toksa, yediği ekmeğin kıy­metini mükrihe ödetir.

Bir kadın, zina etmeye zorlanırsa, ona had uygulanmaz. Erkek ise, ona ikdamla günahkâr olur. Çünkü, zina zulümdendir. Zorlanan Kadın günahkâr olur mu?

Şeyhü'l-İslâm, Kitâbü'I-İkrâh'ın Şerhi'nde şöyle buyurmuştur: Eğer, zi­na etmemek için, bütün imkânını kullanır da çaresiz kalırsa; ona günâh olmaz.

Fakat, imkânını kullanmazsa, günahkâr olur.

Bunların tamamı, mükrihin ölümle tehdit ettiği zaman böyledh.

Şayet tehdit, hapsetmek gibi bir şey ise, bu durumda erkeğe, mu­hakkak had gerekir.

Fakat kadına had gerekmez; ancak o da günahkâr olur.

Eğer zorlanan şahıs sabredip, zina yapmaz ve öldürülürse; o çok ecir kazanır. Muhıyt'te de böyledir.

Bir harbî, bir müslümana: "Şu cariyeyi, zina etmem için bana verirsen; bin adet esir müslümanı sana veririm. Esaretten kurtulurlar.' derse; bu müslümanın, o cariyeyi, ona vermesi helâl olmaz. Hızânetü'l-MitfüVde de böyledir.

îrtidâda zorlanan bir adamın, karısı boş olmaz.

Kadın: "Ben senden boş oldum." der; kocası da: "Hayır, benim kalbim imanla mutmain olduğu halde, zahiren öyle söyledim." derse; bu durumda, kocanın sözü. geçerli olur. Çünkü o, ayrılığı inkâr etmektedir.

Bu, istihsandır.

Bir adam, geçmiş zamanda kasden küfreylediğini ikrar ettikten sonra; "Ben, yalan kasdeyledim." dese; hâkim onun bu sözüne inan­maz. Durum, Allah'la £endi arasında kalır.

Şayet: "Ben, haber vermeyi kasdetmedim. Benden istenildiğini yap­tım." derse; küfrünü ikrar eylemiş olur ve hükümde karısı boş olur. Diğer yönü Allah'la kendisi arasındadır.

Şayet: "Kalbimden bir şey geçirmedim. Fakat, kalbim iman ile mutmain olduğu halde küfreyledim." derse; karısı boş olmaz. Buna bi­nâen, bir kimse, salibe (- haç'a) karşı namaz kılmaya veya ona-secde eylemeye; peygambere sövmeye zorlanır ve zorlanan da öyle yapar; sonra da: "Kalbimden, namazı Allah için kıldım ve sövme işini, başkasına ni­yet eyleyerek yaptım." derse; zahire göre hükmedilerek nikâhlısı boş olur. Hakikat ise, Allah ile kendi arasındadır. Kadın bâin olmaz.

Talâk ile tehdit edilen bir kimse, salıp (= Haç) için namaz kılar veya Muhammed Mustafa (S.A.V,)'e —hâşâ— söver; hatırından da Al­lah için namaz kılar ve başkasına söverse; yine de karısı, hükmen de, diyâneten de boş olur.

Kalbinden hiç bir şey geçirmese bile, hüküm böyledir.

Haç'a karşı namaz kılar ve Peygamber (S.A.V)'e söver bu esnada da kalbi iman ile mutmain bulunursa; karısı, kazaen de diyâneten de boş olmaz. Çünkü, ikrahı tebeyyün etmiş ve onu başka türlü defe gücü yetmemiştir. Kâfi'de de böyledir.

Bir kimse zoraki müslüman olsa, onun İslâm'ına hükmedilir.

Bir adam, müslüman olmaya zorlanıp^ o da müslüman olduktan sonra, İslâm'dan dönse, öldürülmez. Tebyîn'de de böyledir.

Zoraki müslüman olan bir kimsenin, müslüman olduğuna İslâm'­ına hükmedilir.

Buna binâen, ona: "Eğer sen, namaz kılarsan, seni elbette öldürü­rüm." dense; o,da vaktin sıkmasından korkarak, kalkıp namaz kılar ve terkine de müsâade olduğunu bilirse bu durumda namazını kılar ve öldürülürse, günahkâr olmaz. Çünkü, bu durumda, bu adam azimeti kabul etmiş olmaktadır.

Ramazan orucu da böyledir.

Mükrih, bir adama, o mukîm iken: "Eğer sen, iftar etmezsen, (- orucunu bozmazsan) seni mutlaka öldürürüm." der; o da iftar et­mekten kaçınır ve öldürülür; kendisi de bu durumda, oruç bozmaya ruh­sat olduğunu bilirse; me'cûr olur (= çok sevab kazanır). Çünkü o, öyle yapmakla azimete sarılmıştır.

Şayet iftar ederse, buna da ruhsat vardır.

Ancak, hasta olur ve yemeyip, içmeyince öleceğinden korkar; bu durumda da yemeye, içmeye ruhsat bulunduğunu biliyorsa; o takdirde, yemez, içmez ve ölürse, günahkâr olarak ölür.

Ramazan ayında misafir (- yolcu) olan da böyledir. Ona: "Ya yi­yeceksin veya seni öldüreceğim." denilir; o da yemez ve öldürülürse; günahkâr olarak ölmüş olur. Mebsût'ta da böyledir.

İbnü Şücâ"ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.

Harbîler, bir habercîyi yakalayıp: Eğer, ben haberci değilim; der­sen, seni öldürmeyeceğiz, bırakacağız. Şayet demezsen, seni öldürece­ğiz." derlerse; o habercinin, denileni yapmasına ruhsat yoktur. O: "Ben haberciyim." diyecektir.

O habercinin dışında, birisine: "Bfl haberci değildir; dersen, onu öldürmeyeceğim. Yoksa öldüreceğim." denilirse; onun, haberciyi kur­tarmak için: "Haberci değildir." demesine ruhsat vardır. Fetâvâyi Kâdî-hân'da da böyledir.

İhramlı bir kimseye: "Ya şu avı öldürğrsün veya seni ben öldürürüm." denildiğinde; kıyâsda, ihramlının, o avı öldürmesiyle bir şey gerekmez.

Ona emredene de bir şey gerekmez.

Istihsânda ise, öldürene keffâret gerekir; emredene bir şey gerekmez,

Her ikisi de ihramlı iseler, keffâret onlardan birine değil ikisine de lâzım olur.

Eğer, hapisle tehdit vaki olur ve taraflardan ikisi de muhrim bulu­nurlarsa; kıyâsda, avı öldürene keffâret gerekir; emredene gerekmez. Zira hapisten eser yoktur.

İstihsânen her ikisi de cezalanırlar.

Her ikisi de, harem dahilinde ihramsız bulunurlar ve tehdit de ölümle vâki olursa; mükrihe keffâret gerekir.

Eğer, hapsedilmekle tehdit edilmişse; bu durumda öldürene keffâ­ret îcabeder. O, hatâen bir adam öldürmüş durumundadır. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adam, ramazan ayında, gündüzleyin, karısına cima etmekle veya yemekle ve içmekle cebredilir; cebredilen de bunu yaparsa; bu du­rumda —keffâret değil— kaza gerekir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Zina etmek için ölümle tehdit edilen bir kimsenin, onu yapması­na ruhsat yoktur.

Eğer yapar ve kendisi de muhrim bulunursa; haccı fesada gider. Keffâreti gerekir. Mükrihe bir şey gerekmez.

îhrâmlı bir kadın, ölümle tehdit edilerek zina yapmaya zorlan­sa; onun nefsini kurtarmasına ruhsat vardır. İhramı fesada gider. (Yâ­ni haccı olmaz.) Keffâreti —mükrihe değil— bu kadına gerekir.

Eğer, zina yapmaz ve öldürülürse; buna da ruhsat vardır.

Bu durumların herhangi birinde, mükrehe keffâret gerekiyorsa; mükrihe gerekmez ve mükreh, mükrihe müracaat edemez.

Şayet ederse, ona hükmedilir; ödediğinden fazlası da caiz olmaz. Mebsût'ta da böyledir.

Fakıyh Ebft'1-Leys şöyle buyurmuştur:

Hükümdar, bir yetimin vasisine, —onu ölümle veya bir uzvunu kes­mekle tehdit ederek: "O yetimin mahnı kendisine vermesini." söyler; o da verirse; tazminat gerekmez. Şayet, hapis veya bağlamakla tehdit ederse, tazminat gerekir.

Hükümdar, o şahsı: "Şayet, yetimin malını vermezsen, senin ma­lını alırım." diye tehdit eder; bu durumda da bu vasî, hükümdarın ken­di malının çoğunu alacağını, kalanın kendine kâfi gelmiyeceğini bilirse; bu durumda bile teslim etmesine ruhsat yoktur.

Eğer teslim ederse; mislini tazmin eder.

Şayet, hükümdarın, malının tamamını alacağından korkarsa, işte o zaman ma'zurdur; yetimin malını, hükümdara verirse; tazminat gerekmez.

Şayet hükümdar yetimin malını bizatihi kendisi alırsa, bu durum­ların tamamında vasiye tazminat gerekmez Venâbi'Me de böyledir.

Bir adama: "Malını göster; yoksa seni öldürürüm." denilir; o da göstermez ve öldürülürse; günahkâr olmaz.

Eğer gösterir ve mukrih onu alırsa; onu tazmin ettirir. Mebsût'ta da böyledir.

En doğrusunu bilen Allahu Teâlâdır. [7]

 

3- TELCİE AKİDLERİ İLE İLGİLİ MESELELER
 

Bir adam, bir kadına, lâtife yollu: "Seni nikahlayacağım olur mu?" der; kadın da: "Olur." karşılığını verir ve buna kadının velisi de muvafakat ettikten sonra, evlenirlerse; bu nikâh caizdir.

Bu hükümde böyledir; diğer yönü, Allah'la kendi arasındadır.

Bir adam, bir kadına ve onun velisine: "Ben filan kadını bin dir­heme nikahlamak istiyorum. Ancak, bu mehri iki bin dirhem diye isim­lendiriyoruz." derse; bu durumda mehir bin dirhem olur.

Şayet velî: "Olur; yapalım." der ve görünüşte iki bin dirhem üze­rine evlenirlerse; nikâh caizdir. Mehir ise, bin dirhemdir.

Şayet her ikisi de gizli konuştuklarını ikrar ederler veya beyyine ib­raz ederlerse,

Şayet erkek: "Mehir yüz dinardır; fakat, biz bunu onbin dirhem olarak duyuralım." der ve buna iki de şahit edindikten sonra evlenir­lerse; —zahirde— bu nikâh onbin dirhem olarak caizdir. Ancak mehr-i misil gerekir.

Keza, gizlide "nikâh yüz dirheme" dedikleri hâlde, açıkta bir şey söylemeseler; bu nikâh da mehr-i misile caizdir.

Şayet, "akidleşme vaktinde, mehir hususunda birbirinizi razı et­mek şartıyla" denirse; mehir yüz dinar olmak üzere, nikâh caiz olur. Mebsût'ta da böyledir.   .

Bir erkekle bir kadın, gizlide bin dirheme nikah akdi yaparlar; sonra da, alenî olarak, "ikibin dirhem" derler ve buna el duyduluk ve lâtife olsun diye iki şahit edinirlerse; bu takdirde, mehir gizlide yaptıklan bin dirhemdir. Eğer şahitler "açıktan söylenen el duyduktu." diye şahitlik yapmazlarsa; o zaman mehir; alâniyet olan iki bin dirhem olur.

Bu, şunun gibidir. Aleniyette, diğerinden daha azını duyururlar ve öyle akid yaparlar ve taraflardan birisi, aleniyeti iddia ederek, bu hu­susta da beyyine ibraz eder; diğeride, gizlide yapılan akdi isbatlarsa; ale­niyeti iddia edenin beyyinesi kabul edilir.

Ancak, şahitler: "Akid gizli yapıldı. Biz âlâniyetin duyurmacık ol­duğuna şahitlik yapıyoruz." derlerse; o takdirde gizli olan kabul edilir; açıktan olan iptal edilir.

Bir adam, şaka ile, mal mukabili karısını boşar veya mal karşılı­ğı, kölesini azâd eder ve kadın da köle de kabul ederlerse, talâk vacip; mal lâzım olur.

İmâm M iı ha mm e d (R.A.) kitab'da şöyle zikreylemiştir:

Şaka (= lâtife) bir kadının kocasından, kölenin de efendisinden ge­lirse veya her iki taraftan birlikte olursa veya yalnız kadın veya köle ta­rafından olursa; hiç şüphe yokki kadın da, köle de kabul ettiği zaman mal lâzım olur; kadın, boş; köle de azâd olmuş olur.

Bu hallerde, şaka ile de olsa, yapılan şartlar sahihdir.

Fakıyh Ebû Cafer de böyle buyurmuştur. Muhıyl'te de böyledir.

Bir adam, gizlice karısını boşar veya kölesini azâd eder yahut kan bedelinde anlaşma yaptıktan sonra; bunları ikinci defa alenî olarak ya­parsa; sonradan yaptığının parasının, öncekinden daha az olması hâ­linde, alâniyeti sum'a(= duyurmak) riyâ(= elgördülük, gösteriş) için yapmış olur ve onun bedeli gizli olanıdır.

Buna iki şahit şehâdette bulunmaz ise, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre bedel yine gizli olanıdır.

İmâmeyn'e göre ise, bu hususta âlimlerin ihtilafı vardır: Bazıları: "Be­del duyurulandır." buyurmuşlar; bazılanda: ''Gizli olanıdır." demişlerdir.

Bu ihtilafın hulâsası: Boşama, azâd etme ve anlaşmada, zİyâdelik sahih midir?

Bazı âlimler: "Sahih değildir." bazıları da: "Sahihdir." buyurmuşlardır.

Şayet ikinci bedel, birinciden aşağı ise, cevap böyledir. Mehirde ise, aleniyete değil; gizlide olana itibar edilir. Tatarhâniy-ye'de de böyledir.

Bir erkekle, bir kadın, alenî olarak, dinarlar karşılığında nikâh akdi yaparlar veya alenî nikâhda, mehir hususunda susarlarsa, mehir, —her iki hâlde de mehr-i misil olur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, karışma: "Seni, bin dirhem karühğı boşayacağım; fa­kat, onu yüz dinar olarak duyuracağız.'' derse; bu kadın yüz dinara bo­şanmış olur. Çünkü, talâk yüz dinar üzerine yapılmıştır. Her ne kadar, dinarları şaka ile el duyduluk yapsalar bile hüküm böyledir. Tatarhâniy-ye'de de böyledir. [8]

 

4- İKRAHLA İLGİLİ ÇEŞİTLİ MESELELER
 

Bir adam, ölüm veya hapis yahut bağlanma tehdidi ile, bir şeyi ikrar ederse; bu ikrar sahih olmaz.

Şayet bir gün habsetmek veya bağlamak yahut bir kamçı vurmakla tehdid edilerek, "bin dirhem borçlu olduğunu" ikrar ederse; bu ikrarı caizdir.

Eğer kalbinden, bu ikrar hapisten ve bağlanmaktan üzüntüdür di­ye geçirirse, ikrarı bâtıl olur. Âlimlerimiz: "Bu, orta halli bir insan için böyledir. Eğer, o şahıs eşraftan olur ve halk huzurunda kırbaç yemek-den çekinir veya hapsedilmekten, bağlanmaktan kaçınır yahut hüküm­darın huzurunda, kulağının çekilmesini istemezse işte bu ikrah caiz olur. Muhiyt'te de böyledir.

Bir kimse "bin dirhem" borçlu olduğunu ikrara zorlanırda, "yüz dinar borçlu olduğunu" ikrar eder ve onun kıymeti de bin dirhem olur­sa; bu ikrar geçerli olur.

"Filan adama bindirhem borçlu olduğunu" ikrara zorlanan şahıs "beşyüz dirhem" ikrar ederse; bu ikrar istihsânen sahih olmaz ve malı vermesi lâzım gelmez.

Şayet "iki bin dirhem" diye ikrarda bulunur veya "bin beşyüz dirhem" derse; fazlası lâzım gelir. İkralf edildiği mikdar lâzım gelmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Ölçülen veya tartılan şeylerden, ikrâhsız olarak, yarısını ikrar ederse; bu, ikrar ettiği miktar gibidir.

Bir kimsenin, huzurda bulunmayan birine "bin dirhem borçlu olduğunu" ikrarı İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre batıldır. Huzurda olmayan şahıs, ortaklığı ister ikrar etsin; isterse inkâr etsin müsavidir.

İmâm Muhammed (R.A.): "Eğer gâib tasdik ederek Bende, onun söy­lediğinin yarısı kadar malı vardır." derse; o gâib için yapılan ikrar caiz olur buyurmuştur. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adam, "geçmiş zamanda, köle azâd eylediğini veya karı bo-şadığını yahut nikâh yaptığını ikrar etmeye zorlanır; o da: "Ben yap­madım." der; mükrîh de bunu ikrar ederse; bu ikrar da bâtıl olur; köle kölesidir; karı da karışıdır. İkrah hapis ile olsun veya katlile olsun müsavidir.    

Keza, bir kimse, ikrah karşısında, "kölesini, oğlum" diye, cari­yesini ise "ümm-ü veledim" diye ikrar ederse; bu sahih olmaz. Mebsût'­ta da böyledir.

Tecrid'de şöyle zikredilmiştir: Bir kimse, dövülmek ve hapsedil­mekle ikrah edildiğinden "kendi üzerinde had ve kısas olduğunu" söy­lerse, bu itirafı bâtıldır. (= geçersizdir.) Tatarhâniyye'de de böyledir.

İkrah karşısında kendi üzerinde had ve kısas'olduğunu söyleyen kimseye, bu ikrahında dolayı bir şey gerekmez.

Şayet, bu şahıs doğru sözlülüğü ile ma'ruf (= bilinen) bir kimse ise, bu ikrarı geçerli olur. Ve beyyinesi yoksa, bu mukrehe kısas uygu­lanır ve malının tamamından tazminat gerekir.

Eğer, bu vâsıfla tanınan biri değilse, o zaman, tazminat mukrihin malından yapılır. Serahsî'nin Mahıyb'nde de böyledir.

Bir kimse, "bir şey gasbettiğîni veya emâneti zayi ettiğini" ikrar etmes için ikrah olunur; o da, denileni ikrar ederse; bu ikrarı sahih ol­maz Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

"Nefse veya mala karşı yapılmış bir kefili, kefaletten çıkarmaya" bir kimse ikrah olunsa bu sahih olmaz.

Şefî'in, şüf'a hakkını istemede susmasına karşılık'ikrah da bulunulur; o da susarsa, bu durumda şüf a hakkı bâtıl olmaz. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir kimse, talebden sonra; üüf ayı teslime zorlansa, onun teslimi geçersiz olur. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir kadın, kocasına karşı kazf (= iftira) ettiğini iddia eder; koca da bunu inkâr eder; kadın ise, gizlide ve aşikarda tertemiz olduğunu is-bat ederse hâkim, kocasına, lânetleşmeyi hükmeder ve o zamana kadar da habseder.

Koca: "Ben böyle bir şey yapmadım. Yalancı şahitler dinletildi." derse; hâkim yine lânetleşmeye hükmeder ve onu habseder. Veya o: "eşhedü billah, gerçekden ben doğrulardanım. Ben zina iftirası yapmadım." diye dört defa söyleyinceye kadar, hapsetmekle tehdit eder. Sonda da o adam: "Yalancılardan isem, Allah'ın laneti üzerime olsun" der; ka­dında aynı şekilde söylerse, hâkim aralarını ayırır.

Sonrada köle veya had cezası almış kimselerden, kazfe dâir şahit­ler çıkar veya hâkim diğerlerinin şahdetini ibtal ederse; bu durumda hâ­kim, aralarındaki ayrılığı da lânetîeşmeyi de ibtâl eder. Ve kadını koca­sına reddeder.

Şayet hâkim, onu lânetleşene kadar hapsetmez ve hapisle de tehdit edmez; fakat, o adama: "Sana karşı, kazf ile şehâdette bulundular; ben de sana lânetleşmeniz için hükmeyledim. Lânetleş; fazla bir şey yapma'' der ve bu adam, hâkimin söylediği gibi lânetleşir; kadın da lânetleşirse, hâkim aralarını ayırır.

Sonradan köleler şahitlik yapsalarda, hâkim onları ibtâl eder; İlan muamelesini uygular ve bu karı-kocanın aralarını tefrik edip, kadını ko­casından bâine olarak ayırır. Mebsût'ta da böyledir.

Hizâne'de şöyle zikredilmiştir:

Adam öldüren bir kimse, karşı tarafı, mal karşılığında sulh olmayı kabul etmesi hususunda cebirde bulunur; karşı taraf da bunu kabul eder­se; bu durumda kısas bâtıl (- geçirsiz).olur. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bir kimse kısas af için cebredilse; cebredilen şahısta affetse; işte bu af caizdir.

Mükrihe tazminat gerekmez

Alacağından vaz geçmek için, tehdid edilen adam; bu alacağından vaz geçse; bu ibra bâtıldır. O geçersizdir.) Muhıyt'te de böyledir.

Bir kadının velisi» o kadını' abn-i fahiş ile nikahlamaya zorlar; sonra da bu zorlama işi zail (= yok) olur; bu kadın da nikâha razı ol­duğu hâlde, buna velisi razı olmazsa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre; buna velînin hakkı vardır.

.İmâmeyn'e göre ise, velinin, buna hakkı yoktur. Kâfi'de de böyledir.

Bir koca, karısını, mehrinden dolayı anlaşma yapması veya on­dan tamamen vaz geçmesi hususunda döve döve öldürmekle tehdid et­se; bu ikrah, sahih olmaz.

Anlaşma yaparlar ve kocanın ibrası gerekmez. Bu, İmâmeyn'e göre böyledir.

Bir koca, karısını talâkla; veya bir erkek, bir kadını nikâhlamakla, tehdid ederse; bunlar ikrah olmaz

Bir kadın, bir çocuğu emzirmekle tehdid edilse veya bir erkek, ka­rısının sütüyle bir çocuğu emzirtmekle cebredilse; o da onu yapsa; bu durumlarda emme ahkâmı sabit olur. (= yâni emziren ana; emende, onun süt çocuğu olur.)

Bir adam, "filanın evine girmemekle" tehdit edildiğinde, o adam da, girmemeye yemin eylese, yemin akdi yapılmış olur.

Şayet o eve girerse yemini bozulur ve kefaret gerekir.

Bir adam, bir kadını nikâhlar ve ona cima yapmamış olur; ona ci­ma etmesi için de tehdit edilirse; bu durumda duhûl hükmü sabit olur. Talâk vaki olursa, tam mehir ve, iddet gerekir. Onun kızını veya böyle bir yakınını nikahlaması da haram olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Ebû Bekir şöyle buyurmuştur:

Bir adamın yanında, başka birisinin malı bulunduğunda; hüküm­dar ona: "Sen, o malı bana vermezsen; seni bir ay hapsederim. Veya kırbaçla döverin hayut seni belde belde dolaştırırım." derse; bu ada­mın, o malı, hükümdara vermesi caiz olmaz.

Eğer verirse, o malı tazmin eder. (— öder)

Hükümdar, bu adama: "Ya, o malı verirsin; veya elini keserim veya elli kırbaç vururum." der; o da mecburen verirse; bu şahsa tazmi­nat gerekmez. Yenâbi'de de böyledir.

Bir adam, yemek yemesi veya elbise giymesi hususunda zorlanır ve bu mukreh emredilen şeyi yapınca da elbise yırtılsa, mükrih onu öde­mez. Tehzîb'de de böyledir.

Bir adam, hür bir kocası bulunan bir cariyeyi azâd ettiğinde; ko­cası, bu cariyeye cima etmemiş bulunur ve bu câriye ölüm veya hapisle, —nefsini ihtiyar etmesi için— tehdit edilirse; o mecliste, kocasında olan mehrinin tamamı ibtâl olur. Onu zorlayana da tazminat gerekmez. Za-hîriyye'de de böyledir.

Bir adam, babasının dâhil olmadığı bir kadına; babanın nikâhı fâsid olsun diye, cimaya zorlanırsa; bu kadının, kocasında nısıf mehir hakkı vardır. Baba da onun için, oğluna müraccatta bulunur.

Şayet baba, o kadına cima etmişse, oğluna karşı bir şeyle müraca­atta bulunamaz.

Fesâd sözüyle murad nikâhı ifsaddır. Amma zina, nikâhı ifsad et­mez. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adam, kölesini filan şahsa vermek ve ona bağışlamak üzere zorlanır; o da bağışlayıp teslim edince, kendisine bağışlanan şahıs da, bulunması mümkün olmayacak şekilde kaybolursa, bu durumda hîbe eden şahıs, o kölenin kıymeti içni mükrihe müracaat eder.

Sadaka da böyledir.

Keza bir adam, kölesini müşteriye satıp teslim etmeye zorlandı-ında; o da öyle yapar ve müşteri kaybolur; nerede olduğuda bilinmez­se, bu durumda mükreh, sattığı, kölenin kıymeti için mükrihe müracaat eder. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir kimse, tehdit karşısında "filan şahsa borcunun olduğunu" ikrar ettiğinde, o mal ondan alınıp; ikrar olunana verilir; ikrar olunan da aynı şekilde kaybolur veya müflis olarak ölürse; bu durumda mükreh (= zorlanan) mükrihe (= zorlayana) müracaat eder. Tatarhâniyye'-de de böyledir.

Bir adam, kölesini müdebber etmeye zorlanır ve 6 da öyle ya­parsa bu tedbîr sahih olur ve bu efendi ölünce, o köle azâd olmuş bulu­nur. Bu efendinin vârisleri, o müdebberin kıymetinin üçte ikisine sahib olurlar. Ve bu kıymet için âmire (= müdebber kılmasını emreden mük­rihe) müracaatta bulunurlar.

Şayet, teslim alacak olan şahıs "teslim aldığı şeyi âmire vermesi için"' tehdit edilir; o da teslim alır ve o şey, bu şahsın yanında zayi olur ve teslim alan bu şahıs: "—Bana emrettiği gibi— mükrehin âmirine ver­mek üzere teslim aldım." derse; bu durumda o, tazminata dahildir.

Eğer, "Sahibine vermek üzre teslim aldım." derse; o şey» yanında bir emanet gibi olur ve kendine bir tazminat gerekmez. Bu durumda, onun sözü geçerli olur.

Keza, hibede, bağışlayan şahıs, bağış için; bağış alacak da teslim almakla zorlanır ve bu, mal da bağış alanın yanında telef olursa; bu du­rumda kendisine bağış yapılan şahsın sözü geçerli olur. Fetâvâyi Öâdîhân'da da böyledir.

Bir köle, "efendisinin kendisini, bir mal karşılığında müdebber yapmasını kabul etmesi" hususunda tehdit edilince, bu köle, denileni yaparsa; bu durumda, bu köle müdebber olur ve kıymetini efendisine öder. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bir çocuğun veya bir bunağın ikrah edilmesi hâlinde, hüküm, âkil ve baliğin hükmü gibidir.

Şayet mükrih, bir gulam veya bir matuh olur; mükrih de onu öldü­rürse; diyet, üç sene içende, mükrihin babataraf akrabalarına ait olur.

Bir kimse, karşılıklı bir bağış kabul etmesi için zorlanır; o da de­nileni yaparsa; mükrih'e hiç bir (ey için müracaatta bulunamaz. Keza karşılıklı bir bağışın kabulüne zorlanır; vâhib de o şeyi verip karşılığım alırsa; bu durumda da mükrihe bir şey için müracaat edemez, Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Ölüm tehdidi ile murisini öldüren kimsenin kendisi de öldürü­lür. Katil mîrasdan mahrum kalmaz.

Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavlidir.

İınâm Muhammed (R.A.)'in kavli de böyledir. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bir  kimse, hapisle tehdid edilerek, "malını   filan   adama bağışlaması" istendiğinde, onu verir; diğeride, hapisle ikrah olunarak, onu kabule zorlanır ve onu alıp zayi ederse; onu, teslim alan şahsın taz­min etmesi gerekir.

Eğer kapzedici (= teslim alıcı) ölümle tehdit edilirse, tazminat ge­rekmez. Bu durumda, fhükrihe de bir şey gerekmez.

Eğer bağışlayıcı ölümle ve bağış alıcı da hapisle tehdit edilirse; mal sahibi, dilerse teslim alana ödetir; dilerse, zor kullanana ödetir.

Eğer teslim alan öderse; o müracaat edemez.

Şayet mükrih tazminat yaparsa, teslim alana müracaat eder. Meb-sûf'ta da böyîedir.

Bir adam, bir kadın nikahlayıp, ona dahil olduktan sonra, ta­lâkla cebredilir ve boşarsa; bu kadının mehri, kocasına âit olur. O, kim­seye müracaat edemez.

Eğer nikâh mehr-i mislinden fazla ise, o fazlalığı ödemesi lâzım ol­maz. Felâvâyi Kâdüıân'da da böyledir.

Bir adam, kölesine: "Eğer şu eve girersen, hürsün." der; o da, o eve girmesi için ölüm tehdidi İle zorlanır ve oraya girerse azâd edilmiş olur.

Şu mesele bunun hilafınadır: Birisi, onu sırtına alarak o eve girer­se, o zaman bu köle hür olmaz. Ancak: "Ne zaman, benim kölem bu evde olursa; o zaman hürdür." demişse, zoraki girdirilip, nefsine gücü yetmese bile, o köle hür olur.

Şart mevcut olduğu için de, mükrihe, —her iki cihettede— tazmi­nat gerekmez. Mebsût'ta da böyledir.

Bir kadın nikâha zorlanır; o da onu yaparsa; bu nikâh sahih olur. Ve mükrihe müracaat olunmaz.

Keza, bir adam, kölesini, değeri ile satmaya zorlanır; o da öyle yaparsa; kıymetini almak için, mükrihe müracaat edilmez. Fetâvâyi Kâdî-hân'da da böyledir.

Bir adam, "şayet, karısına cima ederse, üç talâk boş olması için" zorlanır ve o, karısına henüz yaklaşmamış bulunursa; ne zaman yakla­şırsa, üç talâk boş olur. Ve tam mehir gerekir. Bu şahıs da, mükrih'e hiç bir şey için müracaat edemez.

Şayet yaklaşmaz da, bâin eder ve dört ay geçerse, yarı mehir bedeli lâzım olur. Kendisine ikrâhda bulunana da müracaat edemez. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam: "Eğcı evlenirsem, karım boş olsun" der; ve bu adam, bir kadınla mehr-i misliyle evlenmeye cebredilerek evlense; bu nikâh câİz olur. Ve kadın, yarı talâkla boş olur; mükrihe de bir şey için müracaat edemez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Haricilerden bir toplum, bir yeri hükümlerinin altına aldıktan son­ra, bir adama cebrederek; veya müşrik bir toplum, bir adama zorlaya­rak, bir iş yaptırsalar; bu şahıs, mükreh hükmündedir; —elini kesmeye zorlasalar bile— yaptığı şeyden dolayı bir şey gerekmez.

Bu, haydutların ikrahı mesabesindedir. Yalnız, haydutlar diyeti taz­min ederler.

Ehli harbe karşı, bir şey gerekmez. Mebsût'ta da böyledir. En doğrusunu bilen, Allahu Teâlâ'dır. [9]

 

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 10/269.

[2] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 10/269.

[3] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 10/269.

[4] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 10/270.

[5] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 10/270-271.

[6] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 10/271-279.

[7] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 10/280-310.

[8] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 10/311-313.

[9] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 10/314-321.