Feteva-i Hindiye

Şer'i Çareler

KİTÂBÜ'L-HIYEL.

ŞER'Î ÇARELER)

1- HİLENİN CAİZ OLUP OLMADIĞI

2- ABDEST VE NAMAZ MESELELERİ İLE İLGİLİ ÇÂRELER..

3- ZEKÂT MESELELERİ İLE İLGİLİ ŞER'Î ÇARELER..

Zekâtla İlgili Başka Bir Çare Örneği

Zekatla İlgili Seri Çareye Diğer Bir Örnek.

Zekat Miktarınca Tasaddukta Bulunmak İçin Çare.

4- ORUÇLA İLGİLİ MESELELER HAKKINDA ŞER'İ ÇARELER..

5- HACLA İLGİLİ MESELELER HAKKINDA SERİ ÇARELER..

6- NİKÂHLA İLGİLİ MESELELER HAKKINDA ŞER'i ÇARELER..

7- TALÂKLA İLGİLİ MESELELER HAKKINDA SERİ ÇARELER..

Üç Talâk'la Boşanan Bir Kadının, "Kendisini İkinci Kocanın Boşamıyacağından Korkması" Hâline Çare.

Üç Talâkla Boşanan Kadının İkinci Kocası İle İlgili Başka Bir Çare.

Üç Talakla Boşanan Kadınla İlgili Başka Bir Çare.

8- MUHÂLLÂA İLE İLGİLİ MESELELER HAKKINDA ŞER'l ÇARELER..

Mühâlaa İle İlgili Başka Bir Çare.

9- YEMİNLERLE İLGİLİ MESELELER HAKKINDA ŞER'İÇARELER..

Yeminle İlgili Diğer Bir Çare.

Alacağı Alma Hakkında Bir Çare.

"Bu Elbiseyi, Filan Adama Satmıyacağım." Diye Edilen Yemine Çareler:

"Şu Köleyi Satin Alırsam, O Hürdür" Diye Yemin Eden Şahıs İçin Çâreler:

Yemekle İlgili Yemin Hakkında Bir Çare.

Nafaka İle İlgili Yemine Çare.

Yine Nafaka İle İlgili Yemin Hakkında Çareler

10- BİR KÖLEYİ AZÂD ETME, MÜDEBBER VE MÜKATEP KILMA..

11- VAKIFLA İLGİLİ MESELELER HAKKINDA SERİ ÇARELER..

12- ORTAKLIKLA İLGİLİ MESELELER HAKKINDA SERİ ÇARELER..

13-ALIM VE SATIM İŞLEMLERİ İLE İLGİLİ ÇARELER

İstibra Meselesi İle İlgili Şer'i Çareler

14- HİBE İLE İLGİLİ ŞERİ ÇARELER..

15- BAZI MUAMELELERLE İLGİLİ SERİ ÇARELER..

16- KARŞILIKLI BORÇ ALIŞVERİŞİ HAKKINDAKİ ŞERİ ÇARELER..

17- İCÂRE İŞLEMLERİ İLE İLGİLİ ŞERİ ÇÂRELER..

18- DÂVADAN MEN İŞLEMİ İLE İLGİLİ SERİ ÇARELER..

19- VEKÂLETLERLE İLGİLİ İŞLEMLER HAKKINDA ŞER'İ ÇERELER..

20- ŞUF'A MESELELERİ İLE İLGİLİ ŞERİ ÇARELER..

21- KEFALET İŞLEMİ İLE İLGİLİ ŞER'l ÇARELER..

22- HAYÂLE İŞLEMİ İLE İLGİLİ ŞER'l ÇARELER..

23- SULH İŞLEMİ İLE İLGİLİ SERÎ ÇARELER..

24- REHİN İŞLEMİ İLE İLGİLİ SERİ ÇÂRELER..

25- MÜZÂRAA İŞLEMİ İLE İLGİLİ ŞER'İ ÇARELER..

26- VASİYET İŞLEMİ İLE İLGİLİ SERİ ÇARELER..

27- HASTANIN İKRARI İLE İLGİLİ SERİ ÇARELER..

Vasiyette Çare İle İlgili Diğer Bir Örnek.

28- ŞAKALAŞMAK VEYA BİR KELİMEYİ DEĞİŞİK ANLAMDA KULLANMAK  

29- SERİ ÇÂRELERLE İLGİLİ ÇEŞİTLİ MESELELER..


KİTÂBÜ'L-HIYEL
 
ŞER'Î ÇARELER)
 

1- HİLENİN CAİZ OLUP OLMADIĞI
 

Hilenin caiz olup-olmadığı hususunda,  âlimlerimizin yolu şudur:

Her hangi bir hîle ile— bir adam, başkasının hakkını ibtâl edi­yor veya ona bir şüple idhal ediyorsa yahut bâtılı yaldızlıyorsa (ya'-ni batılı hak gösteriyorsa) işte bu hîle mekruhadır; caiz değildir.

Bir hîle ki, onunla, bir kimse haramdan kurtulmak veya onun­la helâle ulaşmak istiyorsa; işte bu hîle güzeldir. Caizdir. Bu nevi hî-lenin cevazında aslolan Allahu Teâlâ'nın şu kavlidir:

« Eline bir demet sap al da, onunla —zevcene— vur; yemininde durmazlık etme."

Bu, Eyyub Peygamber (A.S.yın yemin ederek: "Elbette sana yüz sopa vuracağım. demesinden dolayı, ona, yemininden selâme­te çıkarmayı öğretmektir.

Bütün âlimler, bu âyetin hükmünün mensuh olmadığı üzerindebirleşmişlerdir.

Sahih olan yol da budur. Zehîyre'de de böyledir. [1]

 

2- ABDEST VE NAMAZ MESELELERİ İLE İLGİLİ ÇÂRELER
 

Uzunluğu on arşından fazla olan bir hendek içinde su olur; an­cak bu hendeğin genişliği on arşından az olursa; bazı âlimlerin "oraaa abdest almak caiz değildir." kavillerinden kurtulmak için çâre: O hendeğin yakınına bir çukur kazılır; sonra da küçücük bir ark kazı­lıp o hendekten, o çukura su akıtılır. İşte o zaman, su hendekte câri olur. Adam dilerse, o hendekten; dilerse, o küçük arktan abdest alır.

Bir adam, abdest aldığı zaman, zekerinden yaşlığın aktığını görürse, şeytan ona, onu çok gösterir. Burda çare: Bu vesvesenin ke­silmesi için avret mahalline su serper. Bu çâre, yaşlık kurumadan çok kısa bir zaman önce fayda verir. Yoksa, yaşlık kesilip kuruduktan sonra, tekrar zekerinde yaşlık görünürse, abdestini yeniler; başka çâre kalmaz.

Mestlere veya ayakkabıya necaset bulaşır ve bu necasetin içki ve sidik gibi cirmi de olmaz; yaş veya kuru mutlaka yıkanması gere­kirse; buna çâre (= hîle), —mest veya ayakkabı yaş ise, — toprakta veya kumda yürüyerek yaşlığın bir kısmını toprağa bulaştırıp kurut­mak sonra da onu yere sürmektir. Böylece, o temizlenmiş olur.

Fakıyh Ebû Ca'fer, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'den böyle naklen buyurmuştur.

 İmâm Ebû Yûsuf (R.A.): "Kuruması şart değildir." demiştir.

Bir adam öğle namazının (farzının) üç rekatini kıldığı zaman, müezzin kamet getirse, namaz kılan şahıs da, mescidde namaz kılın-madiğini sanarak, önceki namaza başlamış olup, imamla birlikte, na­maz kılmayı irâde edip, farzının imamla beraber olmasını istediği hâl­de, kıldığı namazın bozulmasını da sevmese; onun için hîle: Bu Şa­hıs dördüncü rek'atta oturmayıp, beşinci rek'ate kalkar; beşinciyi ve altıncıyı kılar. Ve bu namaz, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre nâfi-îe olur. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre de böyledir.

Sonra da imamla beraber namazı kılar.

Şemsü'l-Eimme Halvânî'de böyle söylemiştir.

Bir adam, sabah namazında imama (mescide) geldiğinde sün­netle meşgul olunca cemaatin fevl olacağından (Cemaate yetişemi-yeceğinden) korksa; onun sünneti terk edip imama uyması caiz olur. Bu şahıs, güneş doğduktan sonra sünneti iade eder. İmâm Mu ha mm e d (R.A.)'e göre güneş doğmadan önce kaza edemez.

Burada güneş doğmadan önce, bu sünneti kaza etmesine çâre: Bu şahıs, sünnete başlar; sonra onu kendiliğinden bozarak imama iktida eder. (= uyar.) İmâm farzı bitirince de —güneş doğmadan önce sünneti kılar ve bu mekruh olmaz. Çünkü, bu namazı bozmak­la, o, üzerine borç olmuştur. O vakitte, kaza kılmak da mekruh olmaz.

Bunu, Şev hır I-İ mâm Ebû Bekir Muhammet! bin el-Fadl hikâye eylemişdir.

Âlimler: Bu âdet hâline getirilmez; bunu bir defa yapar... Şayet âdet hâline getirirse; bu mekruh olur." buyurmuşlardır.

Müteahhirîn âlimlerinden ba'zıları, şöyle buyurmuşlardır: Bu­rada ikinci bir hîle daha varır ve bu daha güzeldir: Önceki yol, âhiret amelinden olan başlanmış bir ameli ifsada muhtaç oluyor; büise mekruhtur. Allahu Teâlâ, Kur'an-i Kerîmi'nde şöyle buyuruyor: Î isj % (= Amellerinizi bozmayınız.) Bu şahıs için en güzeli:    Sünnete başlayıp,    sonra ikinci bir defa daha —farz için— tekbir almasıdır. Bu tekbir sebebiyle sün­netten çıkılmış ve farza başlanmış olur. Ve bu hâl ameli ifsad olmaz; ikinci bir amele geçiş olur. Bu hîle de benim indimde müşkildir: Çün­kü, sünnet bu fiil sebebiyle zimmette borç oluyor; işte o mendup na­maz. Bu namaz, menzilinde, o vakitte kılınmca mekruh oluyor. Bu­rada bu fiil sebebiyle zimmette borç oluyor. MuhiyCte de böyledir. [2]

 

3- ZEKÂT MESELELERİ İLE İLGİLİ ŞER'Î ÇARELER
 

İki yüz dirhemi olan bir kimse, kendisine zekât lâzım olma­masını irâde ederse; buna hîle (= çare): Sene dolmadan önce, onun bir dirhemini tasadduk eder ve senenin sonunda nisap eksilir.

Veya sene tamam olmadan bir gün önce, bu şahıs, küçük oğlu­na, o iki yüz dirhemin bir dirhemini hîbe eder. Veya, dirhemlerin tamamını küçük oğluna bağışlar.

Veya, bu şahıs, o dirhemlerin bir kısmını, çocuklarına sarf eder; böylece kendisine zekât vacip olmaz.

Hassâf, şöyle buyurmuştur: "Bazı arkadaşlarımız, zekâtı düşür­me hususundaki hileyi kerih gördüler; ba'ziları da buna ruhsat verdi. Şeyhu'1-İmâm Şemsü'l-Eimme Halvânî şöyle buyurmuştur:

Bunu, Muhammed bin Hasan kerîh görmüş; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ise buna ruhsat vermiştir.

Hassâf, şöyle buyurmuştur:

Zekâtı iskatda hîle, onu vacip olmadan çıkarmayı istemektir; Yoksa, vacip olduktan sonra, düşürmeyi irâde değildir. Âlimlerimiz, bu hususta, —fakirlere zararı def için— İmâm Muhammed (R.A.)'in kavlini almışlardır.

Bir adamın sâimesi bulunur ve bu adam sene tamam olmadan önce, onu cinsiyle veya cinsinin hariciyle değiştirmeye âciz olmazsa; işte bu durumda bu hayvanlardan zekât hükmünü kesebilir. Veya, nisabı, sağlam bir adama bağışlar; sonra da —sene geçince— tekrar ona rücû eder. Bu durumda rücû vaktine ve teslim alma vaktine iti­bar edilir; geçmişe itibar edilmez.

İkinci ve üçüncü senelerde de böyle yapar. Bu da fukaraya za­rarı ilhak eder.

Şeyhü'1-İmâm Şemsü'l-Eimme el-Halvânî, şöyle buyurmuştur: İmâm Muhammed (R.A.) Kitabü'l-Eyman'ında iki mes'ele hakkında hileyi caiz görmüştür:

1-) Bir adamın üzerinde yemin keffâreti olur ve bir de kölesi bu­lunursa; bu şahsın yemininin keffâreti için oruç tutması, caiz olmaz; o köleyi satar veya bir insana bağışlar sonra oruç tutar; sonra da hî-beden dönüş yapar veya satışı ikâle ederse; işte bu orucu caiz olur ve o köle, mülkünde kalır; bu hîle de doğru olur.

2-) Bir adamın üzerinde yemin keffâreti bulunur; yanında da, yemin keffâretine yetecek kadar yiyecek olursa; onun oruç tutması caiz olmaz. Burada hîle (= çare): Önce o yiyeceği harcar; sonra ye­minine keffâret olarak oruç tutar. İşte bu hîle de caizdir. İmâm Muhammed (R.A.), bu iki hileye izin vermiştir. İmâm Muhammed (R.A.)'den zekât babında iki rivayet vardır: Bir adamın, bir fakir üzerinde malı (alacağı) olur ve o malı, borçlusuna tasadduk etmeyi murad edip, onu malının zekâtına say­mak isterse; o adam, aynın zekâtı olarak borç veremez. Burada hâle (= çare): Bu şahıs, alacağı kadar malı, zekât niyetiyle o fakire verir ve o fakir onu teslim alır ve tekrar —borcuna mukabil— geri verir. İşte bu caizdir.

Nevâdir'de şöyle zikredilmiştir: İmâm Muhammed (R.A.)'den bu mes'ele sorulmuş, O da cevaben: "Bu, başkasına zekât vermekten daha üstündür." buyurmuştur.

Önceki âlimlerimiz bu hileyi iflâs eden borçlulara karşı kulla­nırlar ve bunda bir beis görmezlerdi.

Şayet alacaklı, borçluya alacağı kadar verince, onun onu geri vermeyeceğinden korkarsa; korkması uygun olmaz. Çünkü, ona verip geri almak mümkündür. Eğer borçlu müdâfaa eder, vermek iste­mezse; hemen hâkime mürâcat eder; Hâkim de, borçluya borcunu vermesini söyler. [3]

 

Zekâtla İlgili Başka Bir Çare Örneği
 

Alacaklı, borçluya önceden: "Kölelerimden birisini, malımın zekâtını, senin için almaya vekil eyle; sonra da onu, borcunu verme­ye vekil eyle." der. Bu durumda vekil aldığı zaman o alınan şey mü­vekkilin malı olur. Bu müvekkil de, borçlu olan şahıstır. Almaya vekil olan şahıs, borcunu ödemeye de vekildir. Bu vekâleti hükmüyle de, o malı borcuna bedel olarak öder.

Şeyhii'I-İmâm Şemsü'l-Eimme el-Halvânî (R.A.), bu çare hakkında ne güzel buyurmuş:

Mal sahibi, borçluya malından bir miktar daha fazla verir de, borç ödendikten sonra artandan fakir faydalanırsa kalbi rahat olur.

Şayet, alacaklının bu alacağında ortağı var ise (Şöyle ki: îki ada­mın, bir adamda bin dirhem alacakları olur ve onlardan birisi, ken­di hissesinde, bizim söylediğimiz gibi hileye baş vurur; diğeri de o almana ortak olmak isterse) onda hakkı olur.

Şayet ortak etmek istemezse; işte burda hîle (= çâre): Mal sahi­bi, malından borçluya zekat niyetiyle verdikten sonra, mal sahibi o malı borçluya tasadduk eder. Sonra da borçlu, o alman malı mal sa­hibine hibe eder. işte bu sahih olur. Ortağının da o alınan da ortak­lık hakkı olmaz. [4]

 

Zekatla İlgili Seri Çareye Diğer Bir Örnek
 

Borçlu, alacaklısından, o ortağın alacak hissesi kadar bir malı borç alır ve onu o ortağa bağışlar. Sonra da o ortak, borçluya zekât niyetiyle o malı tasadduk eder. Daha sonra da, bu ortak, borçludaki hissesini ibra eder. Artık, diğer ortağının bir yolu kalmaz.

Bir kimsenin üzerinde zekât borcu olur ve bir ölüyü o zekâ­tından kefenlerse, bu caiz olmaz.

Bunun caiz olması için çâre: Bu kimse, ölen o şahsın ehlinden birine, bunu tasadduk eder; sonra da o, onunla, o ölüyü kefenler. O zaman, mal sahibine sadaka sevabı vardır.

Temlik vaki olmayan bütün iyilik babları böyledir.

Mescid imârı, köprü yapımı ve misâfir-hâne yapımı gibi yerle­re, zekâtın sarfedilmesi caiz değildir. [5]

 

Zekat Miktarınca Tasaddukta Bulunmak İçin Çare
 

Zekâtını   fakire   verir;   sonra, da,   "onu,   bu   durumlara sarfetmesini" söyler. Böyle olunca, tasadduk edene, sadaka sevabı; fakire de, mescid yapma, köprü yapma sevabı olur. Ebû'l-Leys'in Fetvâlan'nda şöyle zikredilmiştir:

Ceyhun nehrinin kenarında, bir arz-ı mevât'i (= ölü bir yeri) bir topluluk imar ederse; hükümdar ordan öşür alır.

Bu cevap, İmâm Muharamed (R.A.)'e göre doğrudur. Çünkü, O'na göre, Ceyhûnun suyu öşrîdir.

Şayet hükümdar, o öşürden, misafirhaneye bir şey verirse, bu caiz olmaz. Mütevellinin de ordan misafirhaneye bir masraf yapma­sı helâl olmaz.

Buna hîle (= çâre): Hükümdar, o öşürü fakirlere dağıtır; sonra da fakirler onu mütevelliye geri verirler. Mütevelli de misafirhaneye sarfeyler. Zehıyre'de de böyledir. [6]

 

4- ORUÇLA İLGİLİ MESELELER HAKKINDA ŞER'İ ÇARELER
 

Bir kimse, arka arkaya İki ay oruç tutmaya iltizam eylese ve receb'le şa'banı oruç tutsa; şa'ban da bir gün noksan olsa; bu du­rumda çâre: Sefer müddeti bir yolculuğa çıkar ve ramazanın birinci gününü iltizam eylediği oruca niyet eder.

Bir kimse, babasının orucundan veya namazından dolayı fidye vermek istediği hâlde, kendisi fakir olsa; bir fakire, iki menn buğ­day verir. Sonra da, onun kendisine bağış yapılmasını ister. Sonra, onu yine öylece verir. Miktar tamam olana kadar, böyle yapar. Fetâ­vâyi Sirâciye'de de böyledir.

Uyûn'da şöyle zikredilmiştir: Bir kimse, —ramazan ayında— bu ay oruç tutmayacağım." diye üç talâk üzerine yemin eder ve bu yemininde de hânis olmamayı irâde ederse; buna hîle (= çâre): Bu şahıs sefere (= yolculuğa) çıkar ve iftar eder. (yani oruç tutmaz.) Tatarhâniyye'de de böyledir. [7]

 
5- HACLA İLGİLİ MESELELER HAKKINDA SERİ ÇARELER
 

Ihrâmsız olarak Mekke'ye girmek isteyen afakiler için hîle (= çare): Böyle arzusu olan bir âfâkî, Mekke'ye girmeyi kasdetmez. An­cak, mîkatın arka tarafında bir yere, (= meselâ) Haremin haricinde olan ve Benî Âmir Bostanı denilen yere girmeye niyet eder. (Amir oğulların bostanı, mikatın içinde; hareminde, dışında bir yerdedir.) Bu şahıs, bu durumda olan başka bir yere ihtiyaç için girmeye de niyet edebilir. Ve sonra da ordan Mekke'ye îhramsız girer. Zehiyre'de de böyledir. [8]

 

6- NİKÂHLA İLGİLİ MESELELER HAKKINDA ŞER'i ÇARELER
 

Bir kadın, bir adamın nikâhlısı olduğunu iddia eder; o adam da bunu inkâr eder; bu hususta da kadının beyyinesi ve istihkakı ol­mazsa, İmâm Ebu Hanîfe (R.A.)'ye, gâze bu durumda, bu nikâh, câri olmaz. Ve bu kadın hâkime: "Benim evlenmem mümkün değildir. Çünkü şu adam, benim kocamdır. Ve o benimle nikâhlı olduğunu inkar ediyor. Ona emret de beni boşasın; ben de diğeri ile evlene­yim." derse; bu durumda, kocanın, bu kadını boşaması (= talâk) mümkün değildir. Çünkü talâk, nikâhı ikrar ile olur.

Bu durumda ne yapılabilir?

ŞeyhıTI-İraânıü'z-Zâhid AK el-Pezdevî, şöyle buyurmuştur:

Hâkim, o kocaya şöyle der:

"Sen, bu kadına: "Eğer benim karım isen, seni üç talâk boşa­dım, de." der. Bu durumda, koca, nikâhı ikrar etmiş olmaz ve ona birşey gerekmez.

Şayet onun karısı ise, kadın da nikahından kurtulmuş olur ve başkasıyla evlenmesi mümkün olur. Zehıyr'de de böyledir.

Bir adam, bir kadına karşı, onun nikâhı altında olduğunu id­dia ederse: hâkim, kadına yemin verir. İmâmeyn'in kavline göre, burrada yeminden kurtulmak için çâre: Bu kadın, başka bir kocaya gi­der; artık, kadın nikahlandıktan sonra, yemin istenmez.

Bir adam, karışımı» nikâhını yenilemek istese, bu durumda ona mehir gerekmez. Bunda hilaf yoktur.

Bir baba, kızını bir adama nikahladığında; ondan "mehirden bir şey aldığını ikrar etmesinin" isteseler; bu babanın aldığını ikrar etmesi bâtıldır. Çünkü, o mecliste bulunanlar, bunun yalan olduğu­nu bilmektedirler.

Bağışa gelince, eğer kız büyük ise, baba: "Ben kızın izniyle şu kadar bağış yapıyorum." der. Sonra da: "Eğer kız, bağışı inkâr eder­se, ben onu sana öderim." der ve bu tazminat sahih olur.

Eğer kız, küçük ise; bu hîbe sahih olmaz.

Bir adamın, bir kölesi olur ve onu evlendirmek, ona bir câri­ye veya hür bir kadın nikahlamak istediği hâlde, bu efendisi o evle­nince, işlerinde tembellik yapacağından veya onu evlendikten sonra başkasının satın almaya rağbeti olmayacağından korkarsa; burda hîle (= çâre): Efendisi, köleye: "Sana, şu cariyemi veya şu hür kadım nikahlıyorum. Onun, işi (= boşanma yetkisi) benim elimdedir; iste­diğim zaman onu boşarım." der. Köle, bu şartı kabul ederse; boşa­ma yetkisi efendinin elinde olur ve onu istediği zaman boşayabiîir.

Bir adam, bir kadını nikahlamak istediğinde; o kadın, bu er­keğin, kendisini o beldeden çıkaracağından veya üzerine evlenece­ğinden korkar ve —yeminsiz olarak— ondan bir vesika almayı mu-rad ederse bu duruma (= hîle) çâre şudur;

Bu kadın, kocasının kendisini o beldeden çıkmaması şartiyle mehr-i müsemmâ ile, nefsini ona nikâhlar. Şayet, kocası, bu kadını o beldeden çıkarmak isterse; bu kadına tam mehr-i misil ödemesi ge­rekir. Bu koca, onun anası bacısı, teyzesi ve benzeri olan diğer kadmların mehr-i mislini ödeyeceğini "şu şu kadar şey" diyerek, öde­mesi kendisine ağır gelecek çok bir miktarı mehir olarak ödeyeceği­ni ikrar eder. Eğer bu koca, kadını o beldeden çıkaracak olursa; o kadınların rnehr-i mislinin tamamını, bu kadın kocasından alır. Kâdî'l-İmâm Ebû Ali en-Nesefî, şöyle buyurmuştur:

Kocanın bu ikrarı sahih olur.

Âlimlerden bir kısmı: "Bu hîle ikinci şartda caiz diyenlere göre önceki gibi doğrudur. Fakat, ikinci şart caiz değildir; diyenlere gö­re, sahih değildir. Şayet koca ikrar eylemezse; kadına mehr-i misil vardır; başka değil... Bu hîle de doğru değildir,

Bundan sonra, bu şart caiz olursa;, cevazını söyleyenlere göre bu ikrar caiz olur. O zaman, kadın "ikrar edilen mehrin, mehr-i mis­linden fazla olduğunu" bilir o İkrar edilen mehrin tamamını alır. Fa­kat, durum Allah ile kadının arasında olur.

Kadın için, mehr-i mislinden fazla almaması gerekir. Ancak ko­cası verirse, o, onun için helâl ve temiz olur. Adam, kadını bu hile­nin haricinde nikâhlar ve kocası, onu beldeden çıkarmak ister; ka­dın da kendisini çıkarması mümkün olmayan bir çare arzu ederse; bunun vechi: Bu kadın, babasına veya oğluna yahut kardeşine borç­lu olduğunu söyler ve ikrarına şahit dinletir. Koca onu beldeden çı­karmak isteyince, onun için borç ikrar edilir ve çıkmaktan men edi­lir. Bu hîle, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavline göredir.

İmâm Muhammet} (R.A.)'in kavline göre bu çare değildir. Çünkü İmâm Muhammet! (R.A.)'e göre, borç ikrarı kendi nefsine âit olursa, sahihdir. Kocasına ait olunca, sahih değildir ki bu, kocanın, karısını çıkarmasına mâni olsun.

Şayet kendisi için borç ikrar olunan şahıs, kocanın yemin ver­mesinden korkarsa "Bu malı ona sattı." der. O takdirde yemin edince, günahkâr olmaz.

Bir adam kızını kölesine nikâhlar ve sonra da efendi ölürse; bu nikâh fâsid olur. Çünkü, bu durumda kız —başka bir vâris yoksa— bu kölenin mülküyetinin tamamına sahip olur.

Eğer onunla beraber başka bir vâris daha varsa, —nerede olur­sa olsun— nikâh fâsid olur.

Eğer efendi kendisinin ölümü ile nikâhın fâsid olmamasını is­terse buna çâre:

Bu efendi, o köleyi, mal mukabili mükâtep eder; sonra da, kı­zını ona nikâhlar. O zaman, kendisinin ölümüyle nikâh fâsid olmaz. Çünkü, kadın babasının ölümüyle ona sahip olamaz. Zira mükâtep mîras değildir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, bir kadını nefsine nikâhlar; kadm da bunu kabul eder; kadın da, yakınlarının bunu bilmesini istemezse; nikahlama yet­kisini o adama verir ve bu nikâh caiz olur.

Şayet koca, o kadının kimliğini şahitlere belirtmek istemezse, buna hîle (= çare): Kadın nikâh işini, o adama verir; mehir husu­sunda kendi aralarında anlaşırlar. Sonra da koca şahitlere gelip, on­lara: "Ben bir kadım kendime nikâh eyledim ve ona şu kadar meh-rini verdim. O da, buna razı oldu ve nikâh yetkisini bana verdi. Ni­kâh yetkisini bana veren kadını, şu kadar mehirle kendime nikâh ey­lediğime sizi şahit tutuyorum." der ve böylece, o kadınla —aralarında küfüv (= denklik) varsa— nikâh akdi yapılmış olur.

Bu hîleyi (= çareyi) Hassâf söylemiştir.

Şeyhu'I-İmâm Şemsü'l-Eimme cl-Halvânî (R.A.), şöyle buyurmuştur:

Hassâf, nikâhın cevazının ta'rifinde, bu kadarla yetindi. Bazı âlim­lerimiz şöyle derledi: Bu, Hassâf in nikâhın cevâzmdaki reyidir. ( = görüşüdür.)

Belh âlimleri böylece hikâye etmişlerdir.

Şemsü'l-Eimme el-Halvânî (R.A.): "Gerçekten Hassâf ilimde çok bü­yüktür. O, kendisine uyulması sahih olanlar cümlesindendir." bu­yurmuştur. Zehıyre'de de böyledir.

İraâm-ı A'zam, Ebû Hanîfe (R.A.)'nin zamanında, iki kardeş, iki kız kardeşi nikahladılar. Onlardan herbiri, —bilmeyerek— diğerinin nikâhlısı ile zifaf oldu. Sabah olunca, durumun farkına vardılar ve bu durumu İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye söylediler.

İmâm; "Her biri nikâhlandığı kadını boşasm. Sonra da dâhil ol­duğu kadını nikâhlasın." buyurdu.

Bu mes'ele, Menâkıb-ı İmâmı A'zam'da şöyle zikredilmiştir:

Küfe'de, eşraftan birinin velime (düğün) yemeğine, âlimler top­lanmışlar. İçlerinde İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'de var. O günlerde daha genç sayılacak yaşlarda... Sofraya oturmuşlar ve kadınların velvele­sini işitmişler.

"Bunlara ne isabet etti?" denilmiş. Bu âlimlere, "yanlışlıkla, iki kardeşin birbirinin nikâhlısına dâhil olduğu" söylenmiş ve: "sof­ranızda âlimler var. Onlardan bu meseleyi sorunuz." denilmiş ve sormuşlar...

Süfyân-i Sevrî (R.A.): "Hz. Ali (R.A.) şöyle hükmeyledi: Kocala­rın her biri, o kanların mehirlerini verecek; kadınların her biri de iddet bekleyecek. Iddet tamam olunca da, kocaları onlara dahil olacaklar...

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.), parmağını sofranın kenarına koyarak bir şeyi düşünür gibi yaptı. Onun yanında duran şahıs: "Yanında başka bir şey varsa, açıkla..." deyince; Süfyan-ı Sevri (R.A.) öfkelen­di ve: "Hz. Ali (R.A.)'nin hükmünden sonra onun yanında ne ola­cak..." dedi.

O zaman İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): "Kocaları bana getirin" bu­yurdu ve getirdiler.

İmâm onların her birine: "Dâhil olduğun kadın hoşuna gitti mi?" diye sordu; ve "evet" cevabını aldı..

Sonra, onların herbirine: "Nikâhlını boşa." dedi; onlar da boşadılar.

Sonra da onların her birini dahil oldukları kadınla nikahladı ve: "Allahu Teâlâ mübarek eylesin." dedi.

Süfyân-ı Sevri (R.A.): "Sen ne yaptın." deyince de: "En güzel vü-cuh; ülfete en yakın, düşmanlığa en uzak olanı budur. —Aksi takdirde— görmüyormusun ki, her biri iddetin bitmesini bekleyecek; sabredecek... Herbirinin kalbinde, kardeşinin, kendi karısına dâhil olduğu kalacak... Ben ise, her birine "karılarını boşamaların!" söy­ledim. Aralarında duhûl yok; halvet-i sahiha yok... İddet de gerekmez.

Sonra da her birini cima yaptığı kadınla nikahladım. Nikâhına mâni bir hal de yoktur; Böylece her birisi, dâhil olduğu kadınla be­raber kaldı. Hiçbirinin kalbinde, bir.şey yoktur." buyurunca; orada bulunanlar İmâm Ebû Hamfe (R.A.)'nin zekâsına hayret ve düşüncesi­nin güzelliğine teaccüp ettiler. Bu hikâyede fikhî açıklama vardır ve bu mes'ele ile yazı sona ermiştir. Mebsût'ta da böyledir. [9]

 

7- TALÂKLA İLGİLİ MESELELER HAKKINDA SERİ ÇARELER
 

Bir adam, karısına mektup yazıp: "Senden ve filâneden baş­ka, bütün karılarım boştur." der; sonra da filanenin ismini silip, o mektubu karısına yollarsa; o filâne boş olmaz. [10]

 

Üç Talâk'la Boşanan Bir Kadının, "Kendisini İkinci Kocanın Boşamıyacağından Korkması" Hâline Çare
 

Üç talâk ile boşanmış olan bir kadın, ikinci kocanın kendisini uzun süre nikâhının altında tutacağından ve boşama yacağından, talâk vâki olmasın diye de mücâmaat yapmayacağından korkarsa; buna hîle (= çâre):

Bu kadını nikahlayacak adam nikahlanmadan önce şöyle söy­ler: "Seni tezviç eder, tutar üç günden fazlaya kadar sana cima et­mezsem; sen benden boşsun." der. Koca böyle söyleyince, kadın onunla nikahlanır; o müddet geçince de kadın boşanmış olur ve kurtulur. [11]

 

Üç Talâkla Boşanan Kadının İkinci Kocası İle İlgili Başka Bir Çare
 

Kadın, muhallile "Nefsimi, talak işi benim elimde olmak üze­re, sana nikahlıyorum. Ne zaman istersem, nefsimi o zaman boşarım." der; koca da onu kabul ederse; talâk emri (= işi, yetkisi) ka­dının elinde olur. Ve bu kadın, istediği zaman nefsini boşayabilir. Şayet, muhallil önce davranır da: "Seni, senin işin, senin elinde ol­mak üzere nikahladım; ne zaman istersen, nefsini boşarsm." der; kadın da bunu kabul ederse; bu durumda talâk İşi, (= boşanma yet­kisi) kadında olmuş olmaz. [12]

 

Üç Talakla Boşanan Kadınla İlgili Başka Bir Çare
 

Muhallil olan koca, kadına: "îşin senin elinde olmak üzre, se­ni nikahladım; seni nikahladıktan sonra, nefsini istediğin zaman bo­şa." der; kadın da bunu kabul ederse; bu durumda iş (yetki) Kadı­nın elinde olur.

Üç talâkla boşanmış olan bir kadın; nikâhlanmayı, sonra da önceki kocasına dönmeyi murad eder ve bu kadın, nefsinin bir er­kekle nikâhlanmasınm teşhirini sevmezse; işte burda hîle (= çâre): Eğer malı varsa, bir kısmını köle bedeli olsun diye sağlam güvenilir bir adama bağış yapar. Kendisine bağış yapılan şahıs da onunla kü­çük bir mürâhıkı köle olarak, misli kadınlarla cima edecek nitelikte birisini satın alır. Sonra da o kölenin efendisinin izniyle nefsini ona şahitlerin şehâdetiyie nikâhlar. O köle, ona dâhil olduktan sonra da, müşteri o köleyi kadına bağışlar. Kadın onu kabul edip, teslim alır. O zaman, nikâh bâtıl olur.

İddeti bitince de önceki kocasına dönerse, nikâhı sahih olur. Son­ra da o köleyi, satılmak üzere bir başka beldeye yollar. O, orda satı­lır... Böylece bu iş gizli kalmış olur. Bunu Hassâf böyle buyurmuştur.

Bir adam, karısını boşamayı murad eder ve, bu talâkın vâki olmamasını da isterse; bu durumda uygun olan istisna etmesidir. Bu istisnanın da muttasıl olması gerekir.

Eğer, istisna ayrı olursa, onunla amel edilmez. Keza, bir kimse, istisnayı kalbinden geçirse (içinden "inşallah (= Allah dilerse)" de­se; yine amel edilmez.

İstisnanın işitilmiş olması şart mıdır? Bu hususta âlimler ihtilaf eylediler: Ba'zıları: "İstisnanın işitilmesi şart değildir. Şart olan, harf­lerinin tekellümünde sahih olmasıdır." dediler.

Ba'zıları da: "istisnanın duyulması şarttır." dediler. Bu mes'ele, Talâk Kitabın'da söylenmiştir. Âlimler, talâk ve ıtak hususunda ihtilaf eylediler:

Bir adam yemin ederek: "Vallahi elbette ben, bu gün karımı bir talâk (veya üç talâk boşayacağım." dese; o gün de karısına: "Sen üç talâk boşsun Allah dilerse..." veya, ona: "Bin dirhem üzerine üç talâk boşsun." dese; kadın da: "Ben kabul etmiyorum." dese; bu durumda bu adam, yemininde hanis olmaz; yemin yerine gelmiş olur. Bu Belh âlimlerinin ihtiyarıdır.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'den de böyle rivayet olmuştur. Bir adam: "Vallahi elbette ben, bu gün karanı üç talâk boşaya­cağım (veya bir talak boşayacağım.)" dese; bu durum için şu çare rivayet edilmiştir: Bu adam, karısına: "Sen boşsun Allah dilerse." der. Veya ona: "Bin dirhem üzerine sen üç talak boşsun." der; ka­dın da bunu kabul etmezse; adam yemininden hânis olmaz; yemini yerine gelmiş olur.

Keza, bir kimse, bir şeyi satmaya yemin ederse; onu fâsid satış­la satar ve yemininden beri olur. Zehıyre'de de böyledir.

Bir adam, karısına: "Serii bugün üç talâk boşan.azsam, sen üç talâk boşsun." derse; Buna çâre: bu adam, karısına: "Sen, Şu şey karşılığında üç talâk boşsun." der; kadın da buna razı olmaz ve ta­lâk da vâki olmaz. Bu, İmâm Ebû Hamfe (R.A.)'den rivayet olunmuştur.

Fetva da buna göredir.

Bir adam, karısını talâkı bâin ile boşayıp, onu da inkâr eylese; bu durumda çıkar yol: Bu kadın, kocasının içinde bulunduğu eve girer ve o kocaya: "Gerçekten sen, bu evae olan kadını nikahladın." denilir; kocada: "Bu evde, benim için karı yoktur." der ve ona "Bu evde olan kadınlar senindir" denir. Bu durumda, o kadın bain ola­rak bos olur. Yemin edince de kadın ona gösterilir ve talâkı zahir olur. (= açığa çıkar.) Bir kimse, kimse ile konuşmayacağına üç ta­lâk üzerine yemin eylediği zaman, çıkar yol şudur: Bu adam, karısı­nı bir talâk ile bâinen boşar; iddeti bitene kadar da onu terk eder; sonra konuşur ve sonra da kadını yeniden nikâh eyler. Sirâciyye'de de böyledir. [13]

 

8- MUHÂLLÂA İLE İLGİLİ MESELELER HAKKINDA ŞER'l ÇARELER
 

Bir adam, karısına: "Eğer sen, mühâlaa istersen ve ben de hal etmez isem, üç talâk boşsun." der; kadın da "akşam olmadan önce, mühâlaa istemezse, bütün kölelerinin ve cariyelerinin azad ve malı­nın sadaka olacağına" yemin eder ve bunlar İmâra Ebû Hanîfe (R.A.)'ye gelirler.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.), kadına: "Mühâlaa iste." buyurdu. Ve bu kadın, kocasına:

Beni hal etmeni istiyorum." dedi.

İmâm £bû Hanîfe (R.A.) kocasına: "Bana bin dirhem vermen kar­şılığında seni hal ediyorum de." buyurdu.

Kocası da, kadına, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin dediğini söyledi.

Bu sefer İmâm Ebû Hanîfe (R.A.), kadına: "Kabul etmiyorum; de," dedi.

Kadın da "Kabul etmiyorum." dedi.

Ve İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): "Kalk; kocanla beraber git... İkiniz de yeminini yerine getirdiniz." buyurdu.

Bu mes'elenin izahı:

Koca, karısına: "Sen benden mal mukabili boşanmayı istedi­ğin zaman, ben seni hal etmez isem, üç talâk boş ol." dedi.

Kadın da: Eğer akşama kadar hal istemez isem, yemin olsun bü­tün varlığım sadakadır." dedi.

Ve İmâra Ebû Hanîfc (R.A.)'nin öğretmesi ile: "Kadın, kocasından mal mukabili boşanmayı istedi.

Kocası da, onu bin dirhem karşılığında boşadı.

Kadın, buna razı oimadı.

Ve her ikisinin de dediği yerine geldiği için, hiç birine bir şey lazım gelmedi. [14]

 

Mühâlaa İle İlgili Başka Bir Çare
 

Bu kadının yemini, "kölelerinin ıtkına( = azâd edilmesine) ve malının sadaka olmasına olunca; bunların tamamım güvenilir bir kim­seye satar. O gün geçince de elinde bir şey olmadığından, yemini çö­zülmüş olur ve bir ceza gerekmez. Sonra da satıştan döner. Muhıyt'te de böyledir. [15]

 

9- YEMİNLERLE İLGİLİ MESELELER HAKKINDA ŞER'İÇARELER 

Bir adam, "Kûfe'de evlenmeyeceğine dair" yemin ederse; bu­na çâre: Bu adam, evleneceği kadını ve velisini Kûfe'den dışarıya çı­karır ve orada nikâh olurlar. Bu durumda yemininde hânis olmaz. (Yeminini bozmuş olmaz.)[16]

 

Yeminle İlgili Diğer Bir Çare
 

Yemin eden şahıs, bir adamı vekil eder ve bu vekil, o kadını Kûfe'den çıkarır; Küfe dışında akidleşirler.

Veya, kadın da bir vekil tâyin eder; iki vekil, küfeden çıkarlar ve, Kûfe'nin haricinde nikâh akdi yaparlar. O takdirde, yemin eden hânis olmamış olur.

Bu bab da mü'teber olan, vekilin yemini bozması, müvekkilin yemini bozması olarak kabul edilmez.

Bir adam, "karısını Buhara'da boşamaya yemin ederse; buna çâre: —Nikâhda olduğu gibi— ya Buhârâ'nın dışına çıkıp orda bo-şar veya vekil vasıtasiyle yine Buhara'nın dışında boşatır. Ve yemi­ninde hânis olmamış olur.

Bir adam: "Şu işi yaparsam kölem hürdür ve bütün malım sadakadır." derse; buna çâre: Sağlam ve güvenilir bir adama, malı­nın tamamını bağışlayıp, ona teslim eder; sonra o işi yapar; daha sonra da bağışını geri ister.

Bir adam, cariyesini mükâtebe yapmak ve ona cima etmek isterse; o cariyeyi, küçük oğluna .bağışlar; sonra da, onu nikâhlar. Eğer nikâhının altında hür bir kadın yoksa, çocukları hep hür olur­lar. Sırâciyye'de de böyledir. .

Uyûn'da şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, kölesini1 müdebber yapmayı murad ederse; onun sa­tışının caiz olması için şöyle der: "Sen, benim mülkümde iken, ben ölürsem; sen hürsün." Bu caizdir. Adam ölünce, köle hür olur.

Hasan bin Ziyâd, bunu İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'den rivayet eylemiştir. Bu kölenin satışı caizdir. Tatarhâniyye'de de böyledir. [17]

 

Alacağı Alma Hakkında Bir Çare
 

Bir adamın, diğer bir aüamda yüz dirhem alacağı olur ve bu alacak sahibi: "Eğer bugün parça parça alırsam, kölem hürdür." derse; buna çâre; alacağını toptan almasıdır.

Şayet: "Bugün almam, ancak toptan alırım; almaz isem kölem hürdür." derse; onun Tamamın birden alır.

Sonradan o dirhemlerin içinden birini, katkıntılı bulup onu, bir gün sonra değiştirmek, isterse; değiştirir ve yemininde hânis olmaz. Değiştirmeyi terkederse; yemininde hânis olur.

Bir kimse, filan şahısta bulunan hakkını almaya yemin eder; sonra da almak istemezse; buna çâre: Alacağım başkasına söyler ve o alırsa; yemini bozulmuş olmaz.

Keza, kendisine karşı yemin edilen şahıstan" almamaya yemin ederse, buna çâre: Ondan değil, onun vekilinden alırsa, yemini bo­zulmuş olmaz.

Keza, kendisine karşı yemin edilenden mal için kefil alır ve ona emrederek, onu havale ederse; yemini yerine gelmiş olur.

Bunu, Kudûrî söylemiştir.

Uyûn'da ise: "Yemininde hânis olur." denilmiştir. Uyûn'da söy­lenenin şekli:

Bir adam, borçludan "bugün malını almamaya" yemin eder ve onun vekilinden alırsa; yemini bozulmuş olur. Fakat vekilinin hari­cinde (mutavvî) bir şahıstan alırsa, yemini bozulmaz.

Keza, kefilinden veya borçlunun havale ettiği şahıstan alırsa; ye­mini bozulmaz.

Kudûrî'de: Borçlu "filana hakkını vermek üzere" yemin edince; onu vermesini başka birine emir veya havale ederse; alacaklı onu alın­ca, borçlu yemininde hânis olmuş olmaz.

Şayet, onun yerine, başka birisi teberru olarak verirse; bu du­rumda borçlu yemininden berî olamaz. Keza; borçlu, "borcunu vermemeye" yemin ettikten sonra, bir ferde verirse; bu durumda ye­minini bozmuş olur.

Bir adam, diğerine bir elbise almak ister; satıcı da on iki dir­hemden noksana vermeye razı olmaz; müşteri ise: "On iki dirheme satın alırsam, kölem hür olsun." der; sonra da onu almak isterse; uygun olanı, onu onbir derheme ve dinara satın alır. Veya satıcı, onbir dirhem ve bir de elbiseye satarsa, yemininden hânis olmaz.

Bu, kıyâsın cevâbıdır.

İstihsâna gelince, bu şahıs yemininde hânis olmuş olur.

İmâm Muhammed (R.A.), şöyle buyurmuştur: Bir kimse, "kölesi­ni on dirheme satmamaya; ancak, daha fazlaya satmaya" yemin eder ve onu dokuz dinara satarsa; kıyâsta, yemini bozulmuş olur; istih-sanda ise bozulmaz. İmâm Muhammed (R.A.) bu bölümde dokuz elbi­seyi zikretmemiştir.

Âlimlerimiz şöyle buyurmuşlardır:

Uygun olan kıyâsen de, istihsanen de, bu şahsın yemininde hânis olmasıdır. Çünkü elbise ile dirhemler aynı cinsten değildirler. Dir­hemler, elbise ile artmazlar. Bu satış, yeminden istisna edilmiş ol­maz. Kıyâsen de, istihsanen de yeminin altına girer.

Bir adam, "kölesini, —fazla etmezse— on dirheme satmamaya" yemin eder; Sonra da onu satmaya ihtiyaç hasıl olur ve fazlaya alacak müşteride bulamazsa; İmâm şöyle buyurmuştur:

Uygun olan, onu dokuz dirheme satmaktır. Bu takdirde, yemi­ni bozulmuş olmaz-

Münâsip olanı, bu durumda yemininin bozulmasıdır. Çünkü, yemini on dirhemin üzerinedir. Gaye bulunmayınca —on dirheme satmış olsa bile— yemin baki kalır ve bu yeminin bozulması icab eder.

Cevap: Gerçekten yeminin bozulması, yeminin baki kalmasıyla değil de; bozulma şartının vuku bulmasıyladır.

Bu cümle cami kitabından alınmıştır.

Bu mes'elenin sonunu, Hişam, Ncvâdir'inde, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'dan rivayet etmiştir.

Kıyasda: "Bu durumda, bu şahıs hânis olmaz." denilmiştir. Biz de bunu kabul ederiz. Muhıyt'te de böyledir. [18]

 

"Bu Elbiseyi, Filan Adama Satmıyacağım." Diye Edilen Yemine Çareler:
 

1-) Bir adam, "Bu elbiseyi, filan adama, para ile ebediyyen sat-mıyacağım." diye yemin ederse; buna çare: O adam, bu elbiseyi başka biri vasıtası ile, o şahsa sattırır ve yemininden hânis olmaz.

2-) Başka bir çâre: Bu elbiseyi, o adama, bir yer karşılığında satabilir.

3-) Başka bir çâre: Bir adamı vekil yapar ve bu elbiseyi yemin edi­len zata, vekil olan şahıs satar.

Bir adam, "satmamaya ve satın almamaya" yemin ettiği hâlde, başka bir adama "alıp satmasını" emreylese, yemininden hânis olmaz.

Ancak, bu zat hükümdar olursa; bu emri sebebiyle hânis olur. Mes'ele ma'rufdur...

4-) Başka bir çâre: O elbiseyi, yemin olunan şahsa, başka bir (fu­zûlî) şahıs satabilir, sonra da yemin eden şahıs, ona izin verir ve ye­mininde hânis olmuş olmaz. Zehıyre'de de böyledir. [19]

 

"Şu Köleyi Satin Alırsam, O Hürdür" Diye Yemin Eden Şahıs İçin Çâreler:
 

l-) Bir kimse: "Eğer şu köleyi satın alırsam, işte o hürdür." der ve o köleyi de satın almak isterse, buna çâre: Bu kimse, o köleyi satıcı muhayyer olmak üzere satın alırsa, yemininde hânis olmaz.

2-) Başka bir çâre: İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, bu müşteri, muhayyer olmak üzere satın alır. Zira müşteri muhayyer olunca, bu hâl, o şeyin müşterinin mülküne dâhil olmasına mâni olur; müşteri onu azad edemez ve bu durumda yemin de çözülmüş olur ve ceza terettüp etmez.

Bu çâreyi Hassâf zikreylemiştir. Hassâf in zikreylediği bu çare, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin zikreylediği çarenin benzeridir.

İmâm Muhammed (R.A.), Câmiü's—Sağîr'de şöyle buyurmuştur.

Bir kimse yemin ederek: "Eğer şu köleyi satın alırsam, işte o hürdür." der ve o köleyi de muhayyer olarak satın alıp, azad eder ve bir şey de söylemezse; Âlimler, bu meseleyi bütün imamlarımızın kavillerine göre şöyle açıkladılar: İmâmeyn'in kavline göre, bu açık­tır. Çünkü onlara göre müşterinin muhayyerliği, bu kölenin, müşte­rinin mülküne girmesine mâni değildir. Ve azad etmenin şartı da var­dır; köle, onun mülkündedir.

Fakat İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ve göre, müşterinin muhayyerliği; müşterinin milkine girmesine mânidir. Ancak, azad etmek, satın al­maya taalluk ediyor; Mülke taalluk etmiyor. Bu durumda köle hürdür.

3-) Başka bir çâre: O köleyle beraber başka bir köle daha satın almak da, yeminden hânis olmamak için başka bir çâredir.

4-) Başka bir çare: Nefsi için o kölenin yüzde doksan dokuz his­sesini satın almak; sonra da yüzde bir sehmini, küçük oğlu için veya karısı için satın almakdır.

Veya nefsi için doksan dokuz hissesini satın alıp; sonra da satı­cının kalan bir sehmi ikrar etmesidir.

Buna göre: Bir adam: "Ben, şu evi, şuna satın aldım." deyip; oranın yüzde doksan hissesini satın alır; bir hissesini de oğlu veya karısı için satın alır ve şayet, kalan bir hisse bağışlanırsa; eğer tak­sim ihtimali varsa, bu hibe sahih olur. Taksim ihtimali yoksa, Hîbe sahih olmaz. Ve her iki durumda da, bu müşteri yemininde hânis olmaz. [20]

 

Yemekle İlgili Yemin Hakkında Bir Çare
 

1-) Bir adam, karısına: "Eğer bu ekmekten yersen, sen boş­sun, '' derse; ekmeği yediği hâlde, bu kadının boş olmaması için çare nedir?

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Bu kadın için uygun olanı: O ekmeği ufalar ve asidenin içine atıp pişirir; ekmek orada erir. Bu durumda onu yemekle, bu kadı-" nın yemini bozulmaz. Kudûrî'de zikredilen başka bir çâre: Bu kadın, ekmeği kurutup, ovalar ve onu su ile içer. Bu durumda da yeminin­de hânis olmaz.

Islatıp, yerse; yemininde hânis olur.

2-) Bir adam, "filanın yemeğini yemem." diye yemin eder ve sonra da onu yemek isterse; buna çâre: Yemin edilen adam, o yeme­ği, yemin eden şahsa satar. Yemin eden de onu satın alıp yerse, bir şey gerekmez. Çünkü, bu durumda, o yiyecek, —satın aldığı için— yemin eden şahsın malı olmuştur. Yemin olunan zat, o yemeği hedi­ye etse de, durum aynısıdır; hediye edilince, yemin edenin malı olur ve onu-yemekle yemininde hânis olmaz. Şemsü'l-Eimme el-HaİYâm şöyle buyurmuştur: Hassaf (R.A.), burda yiyeceğin satılmasını mutlaka ola­rak tecviz eyledi. Gerçekten bu satış caizdir. O yiyecek ister işaret olunan olsun,isterse işaret olunan olmasın farketmez.

Bir adam, bir lokmayı alıp, yemek için ağzına koyduğunda, bir başkası: "Eğer onu yersen, karırs boş olsun." derjbir başka adam da: "Eğer onu atarsan, karım boş olsun." derse; buna çâre: O lok­manın bir kısmını çıkarıp, atar; bir kısmını da yerse; yemin edenlerin ikisinin yemini de bozulmaz ve bir şey gerekmez. Yemin olunan zat böyle yapmaz ise, bir başka adam gelir, onun ağzından o lokmayı çıkarır ve atar. Bu durumda da yemin edenlerin ikisi de hânis olmazlar. [21]

 

Nafaka İle İlgili Yemine Çare
 

Bir adam, karısına infak etmemek üzere, talâkına yemin eder­se, buna çare:

Bu adam, malmı(n bir kısmını) bu karısına hîbe eder. Veya borç ona verir. Yahut bu karışma ondan bir şey satın alıp karşılığında mal verir. Veya, ondan mal mukabili birşey icarlar ve o kadın, kendi mas­rafını, kendisi yapar. Bu durumlarda, o adam, hânis olmaz. Çün­kü, kendisi infak etmiyor; kadın, kendi malından, kendisine infak eyliyor.

Keza, adam, o kadına bir dükkan bağışlar. O da, onun gelirin­den sarf eder.

Veya, ona çok az bir icarla dükkan verir; o da, onun geliriyle geçinir. Bu durumlarda da adamın yemini bozulmaz.

Başka bir şekil: Bu kadın, kocasını, her sene şu kadar mal kar­şılığı —çeşitli sahalarda ticâret yapması için,— icarlar. Bu durumda onun kazancı, bu kadının olur. Ondan, hem kocasını, hem de kendi nefsini infak eder.

Bu çâre açıktır. Çünkü, bu şekilde isticar sahihtir. Zİra üzerine akid yapılan bellidir; bedel de bellidir. Icâre sahih olunca da koca­nın kazancı, kadının malı olur.

Şayet koca terzi veya başka bir sanat ehli ise, onu icarlar. Bu caiz olunca da onun kazancı kadının olur. Bununla, kendisini ve ko­casını infak eder. Bu durumlarda, o adam, yemininde hânis olmaz. [22]

 

Yine Nafaka İle İlgili Yemin Hakkında Çareler
 

Bir adam diğerine mal bağışladıktan sonra: "Eğer sana hîbe ettiğim malı ehl-i iyâlinden başkasına infak edersen, karım üç talâk boş olsun." der; kendisine bağış yapılan adam da, o malın bir kısmı ile borcunu ödemek; bir kısmını da ailesine infak etmek isterse; ye­min eden şahıs, hânis olur mu?

—Hayır; —malın tamamını başkasına harcamadıkça— hânis ol­maz. Muhıyt'te de böyledir.

Şeyhü'l-İslâm Ebû'l-Hasan'a göre: Bir adamın iki karısı bulunur ve onlardan birisi, kocasından, diğer karısını boşamasını isteyerek kocasını sıkıştırır; kocası onun elinden kurtulamaz ve kendisi de, o kansiüdan ayrılmak istemezse, bu duruma çâre:

Bu adam aynı isimde bir kadın nikâhlar. Sonra da: "Filane ka­rımı boşadım." der. (Ya'ni sonradan nikahladığı kadını boşar.)

Başka bir çâre: Bu adam, sol elinin içine o kadının adı ile babası­nın adım yazar. Sağ eliyle o yazıya işaret ederek: "Filan kızı, şu fi-lâneyi boşadım." der; bu kadının boşanmasını isteyen kadın da, onu boşandı zanneder. Zehıyre'de de böyledir.

Bir topluluk, bir adamın evine girip, onun mallarını alır ve ona da isimlerini kimseye söylememesi için yemin verirlerse, buna çıkar vol: Kendisine yemin verilen şahsa: "Biz sana isimleri lakabla-rı sayacağız sen hırsız olmayanların adını duyanca hayır de hırsızın adı gelince ya sus veya söylemem de." denir. Böylece iş meydana çıkar. Ve, o adam da yemininde hânis olmaz.

Bir adam, "beldenin emirinin, melike muhalefet etmemek üze­re, kendisine yemin vereceğini" bilirse; bu adam sol elinin içine "melik" diye yazar.

Ve ona: "Melike muhalefet etmemeye, karıların ve kölelerin üze­rine yemin et." denilince; bu adam, elinde yazılı olan melik kelime­sine işaret ederek: "Bu melike muhalefet etmeyeceğim." derse; ye­minin de hânis olmaz. Sirâciyye'de de böyledir.

İki adam, "Şu eve, birbirinden önce girmemeye" yemin etse­ler, buna çâre: Bu şahıslar, o eve birlikte girerler.

İki kişiden her biri, diğerinden önce birbirleri ile konuşmamaya yemin ettiklerinde; Birlikte (aym anda) konuşurlarsa, yeminleri bo­zulmuş olmaz. Bir adam filanın evine girmemeye yemin ettiğinde, o eve zoraki girdiriîirse, yemini bozulmaz.

Birisi sîrtına alıp, zoraki olarak girdirirse, yine yemini bozulmaz.

Kendiliğinden girerse yemini bozulur.

Bir adam, "filanın üzerine girmemeye" yemin ederse, bunaçâre: Önce yemin eden girer; sonra da yemin olunan girerse; bu du­rumda yemin eden hânis olmaz. Muhıyt'te de böyledir. [23]

 

10- BİR KÖLEYİ AZÂD ETME, MÜDEBBER VE MÜKATEP KILMA
 

Bir adamın cariyesi bulunur ve "onu azad edeceğini" veya "müdebbere edeceğini" söyler ve bunlar, o cariyenin hoşuna gitme­yip: "Beni satman, bana göre daha sevgilidir; daha güzeldir." der; efendisi de bir şahsa; satmak istediğini söyler ve onun fiatından ek­siltme yapınca müşterinin onu satın almaya rağbet edeceğini bilir ve böyle bir vasiyette bulunarak "bedelinden bir kısmı noksanlaşsin" derse; bu vasiyet sahih olmaz. Çünkü, belirsizlik hasıl olur. Vasiyet­te belirsizlik de caiz olmaz. Buna çâre: Efendisi şöyle der: "Onu is­tediği kimseye satınız; nasıl isterse öyle yapınız ve müşterisinden pa­rasını şu kadar noksan alınız." Bu durumda, o câriye bir adamı is­ter ve onu belirtirse; o adama: "Gerçekten filan, bu cariyenin sana satılmasını vasiyet eyledi ve senden bir miktar (yani şu kadar) para noksan alınacaktır. Satın almayı istersen, o sana satılacaktır." de­nir. Bu çâre meşrudur. Ve, bunu, İmâm Muhammed (R.A.) Mebsut'da zikreylemiştir.

Bir adamın, diğer birine vasiyet ederek: "Malımın üçte bi­rini dilediğin (veya sevdiğin) Yere sarfet." demesi caizdir. Vasiyet olunan şahıs, o malı istediği yere sarfeder. Bu durumda efendi, o cariyenin bedelinden bir miktar eksiltmeyi isterse; O zaman: "Onu, istediği şahsa satınız ve ona, kendi bedelinden —ona vasiyet olarak,—bin dirhem veriniz." der. İşte bu, efendi tarafından iki şeyi vasiyet etmektir: Biri, cariyeyi satma; ikincisi bin dirhemin verilmesi... Bu câriye, bir adamı belirtir ve ona satılırsa; müşteri de onu azad eder-se> o bin dirhem cariyenin olur. Onu azad etmez ise, o bin dirhem müşteri için vasiyet olmuş olur.

Çünkü, memlûke vasiyet, mâlike vasiyettir.

Bir adamın kölesi olur ve onu, ölümünden sonra azad et­mek üzere ve istediği zaman satmak şartıyle müdebber etmek ister­se; buna çâre: Onu, kayıtlı olarak tedbîr eder. (= müdebber kılar.) O takdirde, kendisi hayatta iken satılması caiz olur. Hayatta iken satılmazsa; ölümünden sonra azad edilmiş olur.

Kitab sahibi, tedbîrde takyidin tefsirini zikrederek şöyle demiştir:

Efendinin: Sen benim mülkümde iken, ben ölürsem, o zaman, sen hürsün." sözü gibidir.

Kâdî'l-İmâm Ebö Ali en-Nesefî şöyle buyururdu:

Bu tedbir mukayyed değildir. Belki de müdebberin tefsiri, ted­bir eden ölünce, müdebberin azâd olmasıdır. Fakat mukayyed ted­bir, azad etme sözünü "ölümden iki gün veya bir gün önce ' 'yahut'' ölümünden bir gün," iki gün sonra" veya "yolculukta "yahut" hastalıkda" diye kayıtlamakdır.

Azâd etme sözü, ölümden sonra bir zamana izafe edilirse, o köle azâd edilmez. Ancak, vasînin azad etmesiyle azad edilmiş olur. Ve­ya vârisin azâd etmesiyle, azâd olur.

İki kişi, bir köleye ortak bulunduklarında, onlardan birisi his­sesini müdebber eylese İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ve bütün fakirlere gö­re, o kölenin tamamı müdebber olur ve müdebbir —ister zengin, is­terse fakir olsun— diğer ortağının hissesini tazmin eder.

Şayet, bu kölenin müdebber olması ve ikisinin de birbirine taz­minat yapmaması istenirse, buna çâre: Bu iki efendi, bir adamı ve­kil yaparlar. O vekil, tek kelime ile onların yerine, bu köleyi müdeb­ber eder. Sonra, bu mes'ele iki durum alır. Ya o vekil, köleye: "Efendilerinin ikisinin de hisselerini, onların yerine müdebber eyledim." der.

Bu durumda, köle ikisinin arasında müdebber olur.

Veya vekil: "Sen, filandan ve filandan müdebbersin." der. Bu durumda da köle, ikisi adına müdebber olur. Çünkü, vekil, efendi­lerin arasını cem harfi olan vav ile cem eylemiştir.

Şâyct aralarını cem harfi ile değil de, cem lafziyle toplamış ol­saydı, (Şöyle ki: "Sen, müdebbersin; onların yerine..." deseydi) Şüp­hesiz, onların yerine Müdebber olurdu. O iki efendiye: "Vekil yap." denilsede; "müdebber eyle" denilmeseydi, hangisi müdebber eyle­mekle öne geçerse geçsin, bu kölenin tamamı müdebber olurdu.

Bu efendiler, bir adamı vekil eyleseler de, biri, diğerine vekil ey­lediğini söylemese ve onlardan birisi, arkadaşını vekil eylese, o vekil de köleye: "Sen benden ve filandan müdebbersin." dese; o köle ta­mamen İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm El>û Yûsuf (R.A.)'a göre mü­debber olur. Zira o, vekâlet hükmü ve mülküyet hükmüyle müdeb­ber olur.

Başka bir çâre: Kölenin tedbîrini isteyen zat: "Eğer ben ölürsem, mülkümde olan köleden hissemi hür kıldım." der. İşte bu caizdir.

Hassâf'ın söylediği gibi, ortağına bir şey tazmin eylemez. Çünkü o, bu müdebberi tedbîrde mukayyed eyledi. Mukayyed tedbirde de tazminat yokdur. Çünkü, satışa mâni değildir.

İki ortakdan birisi, ortak köleyi, ortağına tazminat yapmamak üzere müdebber eylemek isterse, buna çâre: "Satıcısının onu azad eylediğine" şahit dinletir. O zaman, kendi de nasibini azâd eder ve ortağına tazminatta bulunması gerekmez. Üzerine şahitlik yapılan şahıs, zengin olsun fakir olsun farketmez.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, bu köle, tam kıymetini ödeme­ye gayret eder.

İmâmeyn'e göre, —fakir ise, değil— zengin ise, (hasseten) üzeri­ne şahitlik yapılanın hissesini öder.

Başka bir çâre: Azâd edecek olan ortak, diğer ortağını kendi hissesini azâd etmesi için vekil eder. O da bunu kabul edip, azad eder­se; müvekkil için tazminat gerekmez.

Başka bir çâre: Hissesini bir fakire satar. Müştire de onu azâd eder. O zaman, fakir olduğu için, müşteriye; hissesini sattığı içinde, satı­cıya tazminat gerekmez. Bir adamın bir cariyesi olur ve bu câriye, "kendisinin azâd edilerek, evlenmesini" efendisinden, talep eder; bu da efendinin hoşuna gitmediği hâlde, onun gönlünü hoş etmek ister­se; buna çâre: Onu gizlice güvenilir birine satar veya ona bağışlar, kendisine bağış yapılan şahıs"da onu teslim alır Sonra da satış şahit­lerinin yanında, onu azâd eder ve onu, onların huzurunda nikâhlar. Sonra da onu satan şahsa: "Satışı bana ikale eyle." der; O da ikâle eyleyince, nikâh münfesih olur ve câriye eski mülküyete avdet eder ve onun —mülkü olması hasebiyle— cima etme hakkı olur. Cariye­nin bu şeylerden hiç haberi olmaz ve bu cariyenin nefsi tîb (temiz) olur; o, onun memlûkesidir.

Şemsü'l-Eimme el-Halvânî: "Bu nevî hîle, cariyelerde olur; fakat, hürlerde bu nevi hareket, hîle, hakkı setr (gizlemek) ve aldatmak olur." buyurmuştur.

Bir köle, iki kişinin ortak malı olduğunda, onlardan birisi, o köleyi —4cendi hissesinde,— mükâtep yapsa bu köle, İmâmeyn'e göre tamamen mükâtep ölür. Diğer ortak, bu durumda muhayyerdir. Di­lerse, kitabetin tamamını bozar; dilerse, kendi hissesini ortağına taz­min ettirir. (= ödetir.)

Şayet hissesini mükâtep yapmak isteyen zat, "hem her ikisinin de hissesi mükâtep olsun, hem de tazminat gerekmesin" isterse; bu­na çâre: Tedbîr faslında söylediğimiz gibidir: İkisi de bir adamı — her birinin hissesini bir kelime ile mükâteb eylemek üzere— vekil eder­ler. O takdirde bu vekil, köleye: "Seni efendilerinin yerine şu şu ka­dar dirheme mükâtep eyledim." der; köle de bunu kabul ederse, her iki efendisi nâmına da mükâtep olmuş olur ve onlardan hiç biri di­ğerine bir tazminatta bulunmaz.

Bu, İmâmeyn'e göre böyledir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre ise, böyle değildir: Onlardan bi­risi, kitabet edelini alırsa, ona diğer ortağı da ortak olur. İster her iki efendinin hisseleri bir cinsten olsun, isterse ayrı ayrı cinslerden olsun farketmez.

Onlardan herbirinin hissesi ne ise kendisinin olup; diğerinin, ona ortak olamamasının yolu şudur: Her ikisi de bir adamı "kölelerini mükâteb yapmak üzere" vekil yaparlar. Vekil de onlardan herbiri­nin kitabet bedelini ayrıntılı olarak açıklar ve köleye: "Seni bin dir­hem ve elli dinara mükâtep eyledim: Filanın nasibi bin dirhem; fila­nın ise elli dinardır." der; köle de: "Tamamını böylece kabul eyle­dim:" der. Vekil, bunu böyle yapınca, gerçekten işi sağlam yapmış oiur ve onlardan hiç biri, diğerinden bir şey alamaz. —Sözleşme na-stlsa öylece— herkes hissesini alır. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bir adamın bir kölesi olur ve bu efendi, o köleyi azâd etmek ister —ve fakat hasta olduğu için,— vârislerinin bunu inkâr edece­ğinden korkarsa; o takdirde, o köleyi malının üçte birinden çıkarır, (azad eder.)

Hassâf'a göre, buna çâre: Efendi, o köleyi mal mukabili bizatihi kendisi satar ve şahitlerin huzurunda bedelini teslim alır. Efendisi­nin malı alması sebebiyle, köle beraat etmiş olur.

Şeyhû'1-İmâm Şemsü'l-Eimme el-Halvânî, şöyle buyurmuştur: Hassâf in "efendinin, şahitlerin gözü önünde be.deli almasına "ihtiyaç bulunması" şartı, bu efendinin üzerinde sahih borç bulunduğu za­mandır. Çünkü, bir kimsenin hastalık hâlindeki ikrarı sahih olmaz. Ancak üzerinde borç yoksa, hastalık halinde de ikrarı sahih olur.[24]

 

11- VAKIFLA İLGİLİ MESELELER HAKKINDA SERİ ÇARELER
 

Bir adamın vârisi bulunmaz; kendisinin de akarları olur ve on­ları bir topluluğa, onların bu yerlerin gelirini almaları üzerine vak­fetmek istese; buna çâre: "Bu şahıs, "o yeri, filana, filana ve filana sahih bir vakıf ile vakfeylediğini" ikrar eder. Ve vakfın şartlarını da söyler.

Bu çâre açıktır. Çünkü bir insanın, elinde bulunan şeyi ikrar et­mesi sahihtir.

Şayet vârisi olan bir kimse, bu durumda bütün akarlarını vak­fetmek isterse; yukarıda açıkladığımız gibi ikrar eder ve elinde olanı vasfeylediğimiz gibi vakfeder. Böyle ikrar edince, vârislere bir şey gerekmez. Zira vâris, muris ölürken elinde olana vâristir; burda ise, o şahıs ölürken, o mala sahip değildir.

Evinin gelirini sadaka etmek isteyen bir kimse; onu yazmak ister ve bunu hâkimin bozmasından korkup, ona bir çâre arar. (İbnü Ebî Leylâ: "Bir adamın, evinin gelirini fakirlere vakfetmesi caiz de­ğildir. buyurmuştur. Âlimlerin ekserisi ise, bunu tecviz eylemişler­dir.) Ve buna bir çâre bulup, hâkimin ibtâl etmemesini isterse: Bu şahıs, sağlığında evinin gelirini ve ölümünden sonra da aynı şekilde— evinin gelirini vakfeder ve bunu yazıda zikreder.

Şayet, bunu hükümdar veya hâkim reddederse; o takdirde ev satılarak onun parası fakirlere tasadduk edilir. Böylece emniyet sağ­lanmış olur. Çünkü bü şekilde olan sadakaya "caiz olmaz." diyen bir fert yoktur.

Bir adam, evini veya bir arsasını sağlığında ve öldükten son­ra fakirlere vakfeder ve bu durumun hâkime çıkacağından korkar ve Hanefî mezhebinde, böyle bir vakıf ve sadakanın bâtıl olduğunu bilerek, buna bir çâre ararsa; (İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, ölüm­den sonraya izafe edilen vakfın sahih olmayıp ancak vasiyyet yoluy­la sahih olacağına göre) buna çare: Bu vâkıf, vakfedeceği malı bir adama verir ve onu vakfa mütevelli eyler, veya vakıf o yeri satıp, bir şahsa teslim eder. Sonra da mütevelli müşteriyi, bu satış husu­sunda da'va eder. Hâkim de, bu vakfın sıhhatine hükmeder; böyle­ce vakıf sabit olur. Hiç bir kimse o vakfa müdâhele edemez. [25]

 

12- ORTAKLIKLA İLGİLİ MESELELER HAKKINDA SERİ ÇARELER
 

İki kişi ortak olmak istediklerinde, birinin yüz dinarı, diğeri­nin de bin dirhemi olsa, işte bu ortaklık —her. ne kadar, mallar bir­birine katışmasalar bile— caizdir. Zira, imamlarımızın üçüne göre de, malların birbirine karışması şart değildir. Bu mes'ele, şirket ki­tabında ma'rufdur.

Şayet ortak olduktan sonra ve alış-veriş yapmadan önce,, ,o iki maldan birisi zayi olursa; mal sahibinin malı olarak zayi olmuş olur. Bu da ma'rufdur.

Alış-verişten önce zayi olacak bir malın, mal'sahibinin değilde, ikisinin arasında ortak olmasını isterlerse; buna çâre:

Hassâf şöyle buyurmuştur:

Dinar sahibi, dinarının yarısını; dirhem sahibine —dirhemlerin yansına karşılık olarak— satar. O takdirde, her iki mal da ortak olur. Sonra, istedikleri gibi anlaşma yaparlar.

Eğer onların birinin eşyası, diğerinin malı bulunur ve ortak ol­mak isterlerse; bu caiz olmaz.

Hassâf buna çâre olmak üzere, şöyle buyurmuştur:

Eşya sahibi, eşyasının yarısını mal sahibine satar. Bu durumda, o mala da, eşyaya da aralarında ortak olurlar. Sonra da sözleşmele­rini yaparlar. Bu çâre açıktır.

İmim Muhammed (R.A.), bunu ortaklığın aslında zikreylemiştir.

Şemsü'l-Eimme el-Halvânî'de, Hassâf'in sözünü söylemiştir.

Ortaklık sözleşmesi yaparlar ve bu, nakid hakkında sahih olur. Kâr artımı da caiz olur.

Fakat her ikisinin de eşyaları olur ve ortak olmak isterlerse; Has-sâf, buna çâre olarak şöyle buyurmuştur:

Her birisi, eşyasının yarısını, diğerinin eşyasının, yarısına satar. Sonra da aralarında anlaşma yaparlar.

Bu durum her ikisinin de eşyalarının kıymeti müsavi olduğu za­man böyledir.

Fakat birinin eşyasının kıymeti, diğerinden fazla ise; Şöyle ki: Bi­risinin eşyasının kıymeti dört bin dirhem, diğerinin ise bin dirhem olursa; bin dirhem olan zat, eşyasının beşde dördünü, arkadaşının beşte birine satar. Bu durumda her birinin eşyası, beşte bir olur ve kazançlarını aralarında sermâyeleri nisbetinde taksim ederler.

Meselâ:

Alinin sermâyesi     : 4.000 dirhem.

Velinin sermâyesi    : 1.000 dirhem.

Sermaye yükünü     : 5.000 dirhem.

Kâr                         : 1.000 dirhem.

Kâr'dan hisseleri

Aliye:  800 dirhem.

Veliye : 200 dirhem.

Yekûn : 1.000 dirhem.

Birinin yanında bin, diğerinin yanında iki bin dirhem bulu­nan iki kişi, aralarındaki kârı yarı yarıya taksim etmek isterlerse; buna çâre olarak Hassâf, şöyle buyurmuştur:

İkibin dirhemi olan-şahıs, beş yüz dirhemini arkadaşına ödünç olarak verir. Böylelikle sermâyeleri müşterek ve müsavi olur. Ve kâ­rına müsavi şekilde ortak olurlar.

Keza, birinin malı olur da, diğerinin olmazsa, buna çâre: Mal sahibi, malının bir kısmını diğerine borç vermek suretiyle ortak olur­larsa; bu caiz olur.

İki ortaktan birisi, diğerinin bulunmadığı bir sırada ortaklığı boz­mak isterse; bu .caiz olmaz. Hassâf, buna çâre olarak şöyle buyurmuştur:

Hazırda olan ortak, olmayana ortaklığı bozmasi için, mektup yollar veya adam gönderir. Veya ortaklığı bozması için bir vekil tâ­yin eder.

Şeyhu'1-İmâm Şemsti'I-Eimme es-Serahsî, şöyle buyurmuştur:

Bu çâre, her sözleşme için geçerli olmaz. Vekili azl, izinli köleyi ticâretten men etme ve müdârabeyi fesh etme gibi... Muhıyt'te de böyledir. [26]

 

13- ALIM VE SATIM İŞLEMLERİ İLE İLGİLİ ÇARELER
 

Bir adamın bir evi veya biryeri olur ve onu bir adama sat­mak istediği hâlde, onun müşteriye teslim edilmesi mümkün olmaz ve onu müşteriye teslim edebilmek, değilse bedelini geri vermek için bir çare arar ve müşterinin de o yeri teslim alma imkânı olmazsa; buna çâre: Müşteri ikrar ederek; "Gerçekten satıcı, bu yeri sattı." Ve, o benim elimde idi; gasbeyledi; onu sattığı zaman, kendi elinde değildi." der ve böylece şehâdette bulunur. Yerin satıldığını yazar; fakat teslim alındığnı yazmaz. Satıcının sattığı şeyin bedelini aldığı­nı yazar. Şayet o yeri teslime gücü yeterse, böyle yapar. Değilse, o bedeli, müşteriye geri verir. Bu, gâsıp ikrar eylediği zaman böyledir.

Fakat, gâsıp ikrar eylemez de, inkâr ederse; o takdirde, satış bâtıl olur.

Kaçan köleyi de buna kıyas edebiliriz.

Hassâf, şöyle buyurmuştur: Müşteri, satılan yerin gâsıbın elinde olduğunu ikrar eder. Şayet ikrar etmezse, satıcı, o yeri teslimini ta-Jep eder ve hâkimden onun habsini ister. Hâkim de onu habseder.

Eğer hâkim, müşterinin "o yer gasbedilmiştir." şeklindeki ik^ rarını bilirse; onu habsetmez. Çünkü aliş-verişin rıza ile yapıldığı ve teslimin imkân olacak zamana tehir edildiğini bilir. Satıcı da, bu ik­rara şahit olur. Ve bu hâkimin yanında olunca, diyecek bir şey kalmaz.

Bir adam, diğerinden bir ev satın almak istediğinde, bu müş­teri, satıcının bir hâdise çıkarmayacağından emin olmadığından, "eğer, o eve, bir hak sahibi çıkacak olursa, satıcıya, onun bedelinin misliyle müracaat eylemeyi" murad edip, bunun da helâl olmasını istese; burda çâre nedir?

İmam şöyle buyurmuştur:

Müşteri, önce bu satıcıya, yüz dinara bir elbise satar. Sonra da, ondan yüz dinara o evi satın alır ve ona elbisenin bedeli olan yüz dinarı öder. Böylelikle, o evin bedeli, iki yüz dinar olmuş olur. Eğer, eve bir hak sahibi çıkarsa, bu müşteri, ev sahibine iki yüz dirhem için müracaat eder.

Başka bir vecih: Evin müşterisi, satıcıya, bin dirhem kıy­metinde olan elbiseyi iki bin dirheme satıp o elbiseyi, ona teslim eder. Sonra da elbisenin bedelinden borcu kadarını ev sahibine öder. Bu­nu böyle yaptıktan sonra, o eve beyyinesiyle bir hak sahibi çıkınca; bu müşteri, ev sahibine iki bin dirhem için müracaat eder. Böylece evin bedeli iki katlanmış olur. İmâm Muhammed (R.Â.), şöyle buyur­muştur: Bu mes'elede çâre şudur:

Evi, müşteriye bin dirheme satıp, sonra da satıcıya, müşteri kıy­meti beşyüz dirhem olan elbiseyi, evin kıymetinin tamamına satar. Eve bir hak sahibi çıkarsa, o takdirde müşteri, satıcıya iki kat ola­rak müracaat eder. Ve o da helâl olur. Bu meselenin şekli:

Meselâ:

Ev sahibi, evi müşteriye bin dirheme satar.

Müşteri de beş yüz dirhernlik elbiseyi bin dirheme, ev sahibine satar.

Eve hak sahibi çıkınca, müşteri bin dirhem için, ev sahibine mürâccat eder.

Böylelikle, müşteri, beşyüz dirhemini, bin dirhem yapmış olur.

Bir adam evini, cariyesini veya başka bir şeyini satmak ister ve s*rkat, cizye hariç bütün ayıplardan beri olmasını diler ve satıcı, —aybim söylemediği için— müşterinin reddedeceğinden emin olma­yıp, bu işi hâkime çıkarır; ayıpdan beraat de görülmezse, bu durum­da çâre nedir?

Aybı bildirmek gerekir.

Şöyle ki:

Bir adam, kölesini veya başka bir şeyini satar ve onun aybın-dan vazgeçerse, tamamının aybından beri olması caiz olur. Her ne kadar hepsinin aybını söylememiş olsa bile böyledir.

Bazı âlimler: "Tamamının aybını söylemeyince, caiz olmaz." buyurmuşlar; ba'zıları da: "Ayıplarını söylerken, ayıplı olan yere eliy­le işaret ederek söylemesini" şart koşmuşlar ve: "Söylediğim ve elimle işaret eylediğim kusurdan vazgeçtim; diye söyler. Bunun haricinde beraat sahih olmaz." demişlerdir.

Bu, İbnü Ebî Leylâ'nın kavlidir.

Bundan sonra; ayıpları söylemez ve elini de ayıpların olduğu yere koymaz ve ayıplar tanınmaz, isimleri bilinmez ve işin hâkime çıka­cağından korkulur da, buna bir çâre aranırsa, çâre şudur:

"Satılan o aynın, garip bir adam tarafından satıldığı, ve onun tanınmadığı, sirkat mi, cizyemi olduğunun bilinmediği" söylenir. [27]

 

İstibra Meselesi İle İlgili Şer'i Çareler
 
İstibranin düşmesine çâre aramakta bir sakınca yoktur.

Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre böyledir.

İmâm Mulıammcd (R.A.) buna muhaliftir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavlinin me'hazi: Satıcının, onun te­mizliğinde, ona yaklaşmadığını bilirse, bir sakınca yoktur. İmâm Mu-hammed (R.A.)'in kavli: Yakın olmasa bile bu olmaz.

Buna çâre: Müşterinin nikâhı altında hür bir kadın yoksa; satın almadan önce, onu nikâhlar; sonra da onu satın alır.

Şayet nikâhının altında hür 6ir kadın varsa, burda çâre:

Satın almadan önce satıcı veya satın alıcı, -—güvenilir birine— teslim almadan onu nikahlar. Sonra da onu satın alır ye teslim alır. Daha sonra da, onu kocası boşar. Çünkü mülkiyet hadisesi sebep olmuştur. Teslim almakla, btt te'kid edilmiştir. Cariyenin ferci, ona helâl olmadı ise, istibra gerekmez. Eğer helâl oldu ise, başkasının iddet bekleyeni gibi olur. Hidâye'de de böyledir.

Bir adam, diğerinden bir câriye satın alır ve ona istibrânın lâ­zım olmamasını isterse; bunun çâresi hususunda, Hassâf şöyle buyurmuştur;

Satıcı, onu, nikahının altında hür bir kadın olmayan, güvenilir bir adama nikâhlar; sonra da müşteriye satar. Müşteri onu teslim ahr. Sonra da kocası, —ona dâhil olmadan— onu boşar. İşte bu du-" rumda, müşteriye karşı istibra gerekmez. Çünkü istibranm gerekmesi, cimanm —mülküyet sebebiyle, satın alma gibi ve başka sebebler gi­bi... bir sebeple vuku bulmasıdır. Bu durumda ise istibra gerekmez. Fakat, efendinin, onu, Önceden temizlenmiş olarak nikahlaması şarttır.

Şayet böyle olmaz ise iki adam bir kadına bir temizlikte içtima etmiş olur ki, bunu Allah'ın Peygamberi (S.A.V.) yasaklamıştır.

Bu cevap, cariyesine cima edip, sonra da onu başka bir adama nikahlamak isteyen kimseye aittir.

Uygun olanı, —söylediğimiz gibi— onu, hayızdan temizlendik­ten sonra evlendirmektir.

Hassâf (R.A.)'da, Câmiü's-Sağîr'de şöyle buyurmuştur:

Eğer satıcı nikâhlandırmadan önce ona cima eyledi ise, kocası­nın ona istibradan önce cima etmesinde bir sakınca yoktur. Bu, imâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.) ise, şöyle buyurmuştur:

"Ben, hayızdan temizlenene kadar, ona cima etmeyi uygun gör­müyorum."

Hassâf, bu çârenin ta'liminde şöyle buyurmuştur:

Müşteri, onu teslim alır, sonra da kocası onu boşar. Çünkü teslimden sonra talâk şart koşulmuştur. Zira müşteri, teslim almadan önce boşarsa, İmâra M uh amme d (R.A.)'den gelen iki sahih rivayete na­zaran istibrâ gerekir.

Şayet bu hâlde müşteri satın aldı ise, istibra gerekir. Satın alma vaktine itibar edilir. Çünkü satın alma vakti de başkasının hakkıyle meşguldür.

Asıl'daki rivayete göre, teslim alma vaktine itibar edilir. Teslim alma vakti ise, başkasının hakkından fariğdir. Sahih olan da budur.

Satıcı, satmadan önce nikâhlamaktan kaçınırsa, bu durumda çâre nedir?

Çâre: Müşteri satın alıp, bedelini verir. Cariyeyi teslim almaz. Fakat onu, nikâhının altında hür bir kadın olmayan, güvenilir biri­ne nikâhlar. Sonra da cariyeyi teslim alır. Müşteri teslim aldıkdan sonra da, kocası onu boşar. Artık, bu durumda müşteriye istibra ge­rekmez. İmâm Muhammed (R.A.)'den gelen iki rivayetin birinde ise: Âlimlerimiz bu durumda istibra gerekir buyurdular. Zira, mülkiyet hükmü, istibrayı düşürmez. Kocası boşayınca, istibra gerekir.

Ancak nikâhdan sonra, talâkdan önce, Müşterinin elinde hayız olmuşsa o müstesnadır. O takdirde, bi'1-icma istibra gerekmez.

Şayet müşteri, kocasının onu boşamamasmdan korkarsa, burda çâre:

Efendisi, o cariyeyi talâkı, dâima kendi elinde bulunan birisine kölesine nikâh eder. Şayet müşteri, satın almadan önce kendi nefsi­ne nikâh eylese de, sonra onu satın alsa ve teslim de alsa; istibra lâ­zım olmaz. Çünkü, nikâh sebebiyle onun üzerine firaş (cima) sabit olur. Satıh alınca, onun için firaş meydana gelir. Bu da, şer'an rah­min fariğ (= boş) olduğuna delildir. Zehıyre'de de böyledir. [28]

 

14- HİBE İLE İLGİLİ ŞERİ ÇARELER
 

Hâmile bir kadın, kocasına karşı, "ölürse, mehrini ona teberru etmeyi; yaşarsa, mehrinin kendisine avdet etmişini" murad ederse, buna çâre:

Mehrine karşılık olarak, kıymeti çok az olan bir şeyi satın alır. Ve kadın, başka bir şeye bakmaz. Eğer Ölürse, kocası kurtulmuştur. Şayet selâmet bulursa, görme muhayyerliği ile, o satın aldığı şeyi ge­ri verip, mehri kocasına avdet eder.

Alimler şöyle buyurmuşlardır:

Başkasının üzerinde alacağı olup da sefere gitmek isteyen şahıs da böyle yapar. Eğer geri dönmezse, borçlu borcundan berî olacak; şayet dönerse, alacağım borçludan alacaktır. Böyle arzu edince, bu­na çâre:

Alacak sahibi, borçludan bir şey satın alarak, onu yed-i emine teslim eder. Şayet geri dönerse, görme muhayyerliği ile o şeyi iade eder. Ölecek olursa, o şey az bir kıymetle satılır ve borçlu da bor­cundan kurtulmuş olur.

Şemsü'l-Eimme es-Serahsî şöyle buyurmuştur: Bu doğrudur, bir şey hâli üzre kalacaksa, çünkü görme muhayyerliği ile red mevkuf değildir.

mazsan, sen üç talâk boşsun." der; kadın da, bu hususta babasın­dan müsâade ister; babası ise: "Eğer mehrini bağışlarsan, annen üç talâk boştur." derse; bu duruma çâre:

Bu kadın, kocasından, örtülü bir şeyi, mehrine karşılık satın alıp, o şeyi kocasından teslim alır. O gün geçtikten sonra da yeminin vak­ti geçmiş olur. Kocasının zimmetinde de mehri olmadığı için yemin sakıt olur. Koca hibeyi terk etmekle, yemininde hânis olmaz. Sonra da müşteri olan kadın, o örtülü şeyi açar; muhayyerlik şartıyla onu geri verir ve mehri tekrar kocasına avdet eder. Annesi de boş olmaz. Çünkü, kadın mehrini bağışlamamıştir; satınalmıştır. Muhıyt'te de böyledir. [29]

 
15- BAZI MUAMELELERLE İLGİLİ SERİ ÇARELER
 

Bir adam, başkasından bir muamele talep eder; (meselâf Sekiz yüz dirhem isterse) kendisinden istenilen şahıs da bundan ka­çınır ve iki yüz dirhem kâr etmek isteyerek, kendisinden istenilen zat, ona bir seneye kadar, bir eşyayı, bin dirheme satmak ister sonra da onu, sekiz yüz dirheme hâl-i Hazıra (peşin) satar ve talibe —sekiz yüz dirhemi talibden tahsil için— verirse; işte o zaman, kendisinden talep edilen şahsın, talep edende bin dirhemi olur. İkisinin de matlû­bu hasıl olmuş olur. İşte bu muamele caiz olmayan bir muameledir. Çünkü, kendisinden talep olunan şahıs, parasını peşin ödenmeden önce, satılanı daha aza satın almış olur ki, işte bu caiz olmaz. Buna çâre: Müşteri satıcıdan bir şeyi bin dirheme satın alır; tekrar onu, sekizyüz dirheme satarsa; satıcı ikiyüz dirhem kazanmış olur; bu ca­iz olur.

Başka bir çare: Müşteri satın aldığı eşyanın bir kısmım yanında bırakıp, geride kalanı satın aldığından, az bir bedele satar ve o nok­sanlık, istediğinin mukabili olur ki, bu da caiz olur. Şayet satılan şey, bağışlanması veya bir kısmının alınması imkân olmayan bir şeyse, (bir cevher, bir köle, bir hayvan gibi..,) buna çâre: Kendisinden ta-leb olunan şahıs, satacağı şeyin yanına basit, değersiz bir şey ilâve ederek satar; müşteri onu alıp, o basit şeyi yanında bırakır; diğerini istenilen noksana satıcıya satar. O noksan, o basit değersiz şeyin kar­şılığı olur ki işte bu caizdir.

Meselâ: Ali, Ahmed'den bin dirhem ister; Ahmed de iki yüz lira fazlası­na vermek isterse; bunu faizden kurtarıp, caiz duruma getirmeleri için, Ahmed, Ali'ye bir deve ile basit, değersiz bir şeyi bin iki yüz dirheme satar. Ali onu teslim alır ve deveyi tekrar Ahmed'e bin dir­heme satarak, ondan bin dirhem alır. O basit eşya, iki yüz dirhem karşılığı yanında kalır. Böylece Ahmed, bin dirhemini alış-veriş yo­luyla, bin ikiyüz dirhem etmiş olur. İşte bu caizdir.

Diğer çâre: Müşteri, satın aldığı şeyin tamamını, satıcının oğluna veya güvenilir bir kimseye bağışlar. Kendisine bağış yapılan şahıs da, onu teslim alır. Sonra onu, az bir bedel ile, satıcıya satar. İşte bu caizdir. Çünkü, sözleşme yapan başka birisi olmuştur. Mülkte de ih­tilaf vardır. Muhıyt'te de böyledir. [30]

 

16- KARŞILIKLI BORÇ ALIŞVERİŞİ HAKKINDAKİ ŞERİ ÇARELER
 

Bir adamın, diğerinde şahitsiz malı (alacağı) olur ve borçlu, ikrar olunan malı (borcunu) vermekten kaçınır; ancak, va'deii vere­cek olur veya "yarısına anlaşma yaptı." der; mal sahibi de bu du­rumda, va'deli olduğu da, sulhu da caiz olmayacak şekilde, bir çâre ararsa; borçlu, alacak sahibine: "Bana va'de vermezsen, veya sulh olmaz isen yahut bir kısımını düşmezsen senin iddia eylediğini, ben ikrar,etmem. derse; bu, malı (borcu) ikrar olmaz mı?

Ba'zı âlimlere göre, bu bir ikrar olur. Mal sahibinin çâre ara­masına ihtiyaç kalmaz.

İmâm Muhammed (R.A.), bu meseleyi, İkrar Kitabı'nda zikreylemiş ve: "Bu, ikrar olmaz." buyurmuştur.

Mal sahibi bir çâre arayarak, bunun bi'1-ittifak ikrar olmasını ve borçlunun te'cil ve sulh sözünün sahih olmamasını isterse, buna çare:

Mal (alacak) sahibi,, güvenilir bir adamın yanında, malını (ala­cağını) ikrar edip, onu şahit edinir ve —dediğimiz gibi— onu, o ma­lı almaya vekil tâyin eder. Sonra da o ikrar olunan zat ile, mal sahi­bi hâkime giderler. Kendisi için ikrar yapılan adam: "Gerçekten bu adamın filan üzerinde şu şu kadar malı vardır." diyerek, onu hâki­min yanında ikrar eder. Ve hâkime: "Ben, bu ikrar ediciyi, bu malı teslim almaktan men eyliyorum." der.

Bu mes'ele, Mebsut'ta bulunmadı; ancak, Hassâfdan böyle nakledildi.

Bazı âlimlerimiz de: "Bu nevî, çârelerde nazar vardır. Uygun olanı, hâkimin ikrar ediciyi maldan men etmemesidir. Çünkü, onu men etmek, matlûbun hakkını ibtal olur. Zİra o, ikrar ediciye hak­kını ödediğinden beraata hak sahibidir.

Bir adamın başka birinde malı (alacağı) olur ve üzerinde mal (Borç) olan zat, onu başka birine havale etmek isterse; buna çâre: Başkasına borcu olan kişi, kendisine hayâle etmek istediği adama: "Şu köleni veya eşyanı, filana sat. Onun bende bin dirhem alacağı vardır." der ve o me'mur, kölesini, alacaklısına satar; alacaklı da onu kabul ederse; borçlunun borcu, alacaklıya ödenmiş olur. Borç­lu, bu defa da ikinci adama borçlanmış olur. Bu durumda borçlu, köle sahibine: "Köleni, benim üzerimde olan borca karşılık sat ve parasını benim borcuma mukabil ver." demiş olur ki, bu caizdir. Borç köle sahibine çevrilmiş olur.

Bu mes'ele, Câmia's-Sağîr'de zikr edilmiştir.

Burada iki çâre zikredildi. Birisi bizim yukarıda söylediğimiz çaredir.

İkincisi ise: Borçlu olan zat, diğer adama "alacaklı ile bir köle karşılığı sulh olmalarını "söyler ve sulh olurlarsa; bu durumda köle sahibi borçluya, kölenin bedeli için müracaat eder. Böylece, borç yö­nünü değiştirmiş olur.

Eğer ikrar olunan  alacak satıcınındır derse ve bende on­dan vazgeçtim derse, buna inanılmaz, buna çâre:talibin ikrarı yazılır ikrar edilene karşı talibin ikrarı da yazılır ve derki müslüman bir ha­kimin huzurunda benim vekilim alacağı aldı, bundan sonra yemin vermek yoktur bu durumda yapılacak bir şey kalmaz.

Bir adamın, başka birinde alacağı olur ve borçlu, belirli bir vakte kadar müsaade ister; alacaklı da buna razı olur. Sonra da korkup, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre bir çâre isterse: "Şu vakte kadar" diye belirli bir müddet tâyin eder. Veya, "şu aya kadar." diye, be­lirli bir müddet gösterir ve o ayı iyice belirtir. Âlimlerimiz, satış ta­mam olduktan sonra, "satış vekilinin te'cili veya tencimi" hakkın­da ihtilaf eylediler. Ve netice, te'ciline de, tencimine de ittifak eyle­diler. En uygun olanın da talibin (alacaklının) bunu ikrar etmesidir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.): "Alacak sabitleştikten sonra, te'cili caiz olmaz." buyurmuştur. Malın ikrarını ise aslen tecviz eylemiştir.

Bunun benzeri: İki kişi; bir alacağa ortak olup, onlardan birisi, bu alacağını ertelemek ister; diğeri ise, buna razı olmazsa, bu erte­me asla caiz olmaz.

Şayet, alım-satım zamanı birisi te'cilini ister; diğeri buna razı olmazsa, o takdirde razı olanın hissesini ertelemesi caiz olur.

Kazf haddi de böyledir. Kâzifi (= müfteriyi), kazfolunan af­fetse bile, onun affiyle amei edilmez.

Şayet, kendisine kazfedilen: "Ben da'vayı ibtâl ediyorum." der­se; had düşer. Bunun sıfatını açıklaması gerekir; sadece söylemesiy­le olmaz. İki mes'ele böyledir. Şeyhu'l-İmâm Şemsü'l-Eimme es-Serahsî:

Halvânî'ye göre bu te'hir örf ise, caiz olur; değil ise, caiz olmaz. İ mâm ey ne göre, vekâlet kitabında, satış vekili va'deli satarsa, eğer, bu örf ve adet ise, işte bu caiz olur. İmâm Ebû Hanife (R.A.)'ye göre her haliyle caizdir.

Bir adamın diğer birinde alacağı olduğunda, o adamın vârisi­nin, onu tecil etmesi caiz olmaz.

Şeyhu'l-İslâm Şemsü'l-Eimme el-Ha!vânî: "Böyle yapmak örf değil­dir." buyurmuştur.

Ancak Hassâf: "Murisin ölümünden sonra, te'cil edilebilir." buyurmuştur.

Hasan bin Zeyd bu babda bunu zikreylememiştir.

Hassâf ise: "Vâris hakkında te'cil sabit değildir, buyurmuştur. Çünkü alacak onun hakkında sabit değildir. Zira alacaklının ölümü sebebiyle, borç zimmetinden düşmüştür. Te'hir nasıl olur da avdet eyler?

İşte biz bunun için, "te'hir sabit olmaz." diyoruz.

Âlimlerimiz, bu mes'ele hakkında şöyle buyurmuşlardır: İmâm Muhammed (R.A.) bu mes'eleyi el-AsıI'da zikretmedi. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre ise, uygun olanı, bu tehiri sabit görmektir.Zehıyre'de de böyledir. [31]

 

17- İCÂRE İŞLEMLERİ İLE İLGİLİ ŞERİ ÇÂRELER
 

İmâm Muhammed (R.A.), şöyle buyurmuştur:

İcârede aslolun şudur:

Bir adam, diğerinden (meselâ): bir hamam icarladığmda, hamam sahibi, bu hamamın imarını (tamirini) Şart koşarsa; bu icâre fâsid olur. Çünkü imar bedeli meçhuldür. Buna bir çâre aranırsa: imar bedeline bakılır ve o bedel icara mahsup edilir. Sonra da hamam sa­hibi icarcıya: "Hamamın imârı için sarfedeceğin masr'afa seni vekil ediyorum." der. Bu durumda müste'cir, hamam sahibi tarafından vekil tâyin edilmiş olur.

Bu, bi'1-ittifak caiz olur ve sarfedilen o masraf, icardan tenzile-diür. (= düşürülür.) Ve, bu çare, İmâmeynMn kavline uygun olur. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavline ise, uygun düşmez. Çünkü üCret borç­tur ve onu meçhule sarf etmeyi emr ey lemis tir.

Bu, vekâlete de mânidir.

Meselâ: Alacak Sahibi borçlusuna, "Üzerinde olan alacağımı filana teslim eyle." veya: "Sende olan malımı, filana sat." derse; işte bu , bi'1-ittifak doğru olur.

Ba'zı âlimler: "Ücrete vekil ta'yini vacip değildir. Zira, bu, borcu meçhula sarf olur." buyurmuşlardır. Bu da vekâlete mânidir.

Görüleceği gibi, bunu icâreden önce söylemiş olsa, vekâlet câizdir. Vekâlet caiz olunca da bize göre selem meselesinin hilâfına olur. Çünkü burda vekâlet zamanı borç vaciptir. Böyle vekalet vacip ol­duğu zaman, selem muayyen olmaz ise, borcu meçhule sarf etmeyi emretmek sahih olmaz. "Malımı insanların yeri için, filana ver." de­mek gibi...

Şayet vekil yapma zamanında ücret vacip olmuş olsaydı, İmâm Ebû Hanİfe (R.A.)'ye göre, bu ücretin caiz olmaması gerekirdi.

Görülmüyor mu ki, bir adam, diğerinden bir hayvan veya bir köle icarladığında, icara veren, icarlayana: "Ücretinin bir kısınm­adan hayvana yedir. (Veya köleye masraf yap." derse; bu caiz olur. Çünkü, hayvan ve köle malûmdur ve mahall-i sarf bellidir. Hama­mın imarı da bellidir.

Seleme gelince, bunda sarf mahalli meçhuldür. Hatta ma'lum olsa bile meselâ: "Senin üzerinde olan malımı (alacağımı), filana — insanların yerinden— ver." dese; işte bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre caiz olmaz. Selem meselesi gibi...

Bazı âlimler: İmâm Ebû Hanîfe (R.A.), vekilin borcu sarf edmesi-ni —eğer sarf olunan yer belirli değilse— tecviz etmediğini" Söyle­diler ve: "Sarf mahalli beürli ise, caiz olur." buyurdular.

Görülmüyor mu ki, bir kimse, birinin hayvanını (veya bir malı­nı) icarladığında icara veren, icara tutana: "Ücretin bir kısmını, hav­yanın yemine (veya hizmetçinin masrafına) harcaması hususunda emir verse; işte bu caiz olur. Çünkü masraf yapılacak yer bellidir. Ha­mam için yapılacak tamir de caizdir. Zira sarf mahalli bellidir.

Selem, bunun hilafına ^sarf mahalli belli olmadığı için— caiz değildir. Şayet belirtirse (şöyle ki: "Senin üzerinde bulunan alacağı­mı bizatihi filâna ver." derse; bu İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, ca­iz olur.

Eğer müste'cir: "Ben, hamama, şu kadar masraf eyledim, (pa­ra harcadım.) derse; bu sözü beyyinesiz kabul edilmez. Hatta, ha­mam sahibi müste'ciri tasdik eylese ve onun masrafını doğrulasa bi­le; müste'cirin sözü hüccetsiz tasdik olunmaz. Çünkü müste'cir ücretten harcama yaptığını iddia eder; hamam sahibi ise, bunu inkâr ederse; hamam sahibinin sözü geçerli olur. Ancak, müste'cir beyine ibraz ederse, o müstesnadır. Müste'cirin harcama sözünün hüccet­siz kabul edilmesi için çâre:

Müste'cir, hamamın tamir parasını, hamamcıya peşin öder; sonra da hamam sahibi, onu müste'cire vererek, "onu, hamamın ta'miri-ne harcamasını" söyler. İşte bu, beyyinesiz infak parası olur. Çün­kü, peşin verince, hamamcının mülkü olur.

Hamamcı da müste'cire verince, müste'cir güvenilir durumda olur ve onun sözü —emâneti yerine harcama hususunda— geçerli olur. müste'cirden beyyineyi düşüren başka bir çâre:

Hamamın ta'mir masrafı, güvenilir ve âdil bir kişiye teslim edi­lir ve onun sözü geçerli olur. Çünkü o şahıs, âdil ve güvenilir durumdadır.

Bir adam, diğerinden belirli bir müddetle bir ev veya arsa icarladığında, ev sahibi, icarcıya, oraya ev yapma yetkisi verir ve oraya şu kadar masraf yapılacağını sanırsa, işte bu caizdir. İmâm Muham­in ed (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Bir adam, bir hamam icarladığında, hamam sahibi, bu hama­mın ta'miri için, birini vekil tâyin edip, ona, ne kadar masraf yapı­lacağını tahmin eylese; işte bu caizdir.

Bu caiz olunca, yapılacak ev için harcanacak masraf da caiz olur. Çünkü, onu, mal sahibinin emri ile yapıyor. Müste'cirin harcaması, vereceği icara karşı misillemme olur ve caiz olur. Şayet bir fazlalık olursa, o fazlalık sahibine reddedilir, (geri verilir.) Ve yapılan bina­nın mülküyeti yer sahibinin olur.

Fakat, hamam sahibi, bir hesap yapmadan, bir şey söylemeden binanın yapılmasını söylerse (şöyleki: "Oraya, şöyle şöyle, bir bina yap." deyip, "şu, şu kadar masraf et." demese; adam da oraya bir bina yapsa, bu bina. kimin olur?

Âlimler, bu hususta ihtilaf eylediler: Bazıları: "Arsa sahibinin olur." demişler ve buna delil olarak, İmâm Muhammed (R.A.)'hı İcâre Kttabı'nda yazdığı şu metni göstermişlerdir: "Bir kimse, bir hama­mı, birine icara verir; hamam sahibi de, ona: "Hamamı imar eyle." der ve o, imar ederse; bu imar hamam sahibine âit olur.

Bazı âlimler de: "Müste'cire âit olur." demişler ve delil olarak da Ariyet Kitabı'nda şu yazıyı göstermişlerdir:

Bir adam, bir başkasından ariyet olarak bir ev alıp, ev sahibi­nin izniyle de oraya bir yer yaparsa; işte o yer, ariyet alanın olur."

"Bina, müste'cirin olur." diyenlerin kavline göre, müste'cir har­cadığı para için ev sahibine müracaat edemez.

Şayet müste'cir binayı yapar ve icâre müddeti bitmeden, işin mahkemeye düşeceğinden korkarsa; buna çâre: Yer sahibi, "bina yap." dediği zaman, yapılacak bina için, harcanacak parayı hesap eder ve "icâre müddeti bitmeden önce, icâreyi bozacak olursa; mas­rafını icara verenden alacağı" hususunu akde bağlar. (= anlaşmaya yazar.)

Diğer çâre: Nafakanın (Masrafın) ne kadar olduğuna bakılır ve bu, senenin sonunda, evin ücretine ilâve edilir. Sonra ev sahibi, icar-cıdan, senenin sonunda, onu peşinen —şu kadar, şu kadar diye— alır ve o müddet geçmeden icâre bozulmuş olur. Sene sonunda icara veren, icarcıya müracaat eder. İcâre tamam olunca da, müste'cirin maksudu tamam olmuş olur. Saha sahibinin, o yere bir yolu kalmaz. Zehıyre'de de böyledir.

Eğer müste'cir, icara, verinin yemin vermesinden korkar­sa elbette bir çâreye ihtiyacı vardır. Bu çâre şudur: îcârcı, icara ve­rene, değersiz bir şeyi, nafakanın kıymeti kadar bir bedelle satar ve onu icara verene verir. Ve müddet tamam olmadan önce, icâre bo­zulacak olursa; o takdirde müstecir icara verene müracaat eder. Çün­kü aralarında, o kadarla mubayaa cereyan eylemiştir.

Bir adam, ekili bir yeri icarlamak isterse; şu çâreden başka bir çare yoktur:

Bu şahıs, önce ziraatı satar; sonra da yerini icarlar. Çünkü yeri­ni icarladıktan sonra, o yerden intifa caizdir. Şayet ziraat satılmaz-sa, intifa caiz olmaz. Zira icara verenin o ziraatla meşgul olması ge­rekir. Ziraatı sökmeden teslim etmek caiz olmaz. Bunun için, söz­leşmek caiz olmaz. Eğer o yerde, ağaç veya bina bulunur ve o yeri icara vermek istenirse; uygun olanı, o ağaçların ve binaların önce satılması ve sonra da o yerin icara verilmesidir. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adam, bir yeri icarlamak istediğinde, o yerde, sahibi­nin ekini olsa, icar caiz olmaz. Âlimler, bu hususta ihtilaf eylediler:

Bazıları: "Caiz olmaz. Çünkü, ekili yerden müste'cir bir istifâ­de edemez." dediler.

Ba'zıları da: "Caiz olur." dediler.

Buna Bir çıkış yolu aranırsa, o yerin sahibi, önce içindeki ziraa­tı satar; sonra da o yeri icara verir. O zaman, icar caiz olur. Çünkü, satış sebebiyle, o ziraat, müste'cirin malı olur. Müste'cir, bundan sonra da icarladığı o yerden intifa eder. Zira, zirâatı nema bulur. (= yetişir, olgunlaşır.)

Ziraat müste'cirin malı olunca, hem hükmen hem de hakikaten icara verenin elinden çıkmış olur. Bu durumda, o yeri icara verip, teslim eylemesi sahih olur.

Bazı, âlimlerimiz de: "Bu çâre ile, o yeri icâre vermek sahih olur; ama, ziraatı satış, bir nevi hezl olur. Zira onu, ya kıymetinden faz­laya veya noksana satmış ve aldanmış veya aldatmış olur. Kıymetin­den aza satılırsa, İmâm Ebn Hanîfe (R.A.)'ye göre, bu satış, rağbet sa^ tısı olur.

İmâmeyn'e göre ise, satış hezl olur ve icâre caiz olmaz.

Bazı âlimler ise: Eğer satış, kıymetinden aza olursa; bu satış bi'l-ittifak ciddî olur ve icâre caiz olur.

Satışın ciddi olması demek, her iki tarafın da işi ciddiye alması demektir.

Bir adam, bir yerini icara verir ve icara tutanın icarla bera­ber, o yerin haracını vermesini şart koşarsa; işte bu caiz olmaz. Çünkü icar meçhul olmuş olur. Zira, haraç artar, eksilir.

Bu, bir evi, imân ile birlikte icâre vermeye benzer ve caiz ol­maz. Çünkü icar belli olsa bile, imar masrafı belli değildir.

Aslında haraç, tarla sahibine âittir;-onu, icarciya, havale etmek sahih olmaz. Zira borcu icarcıya ait olmak üzere icar akdi fâsiddir.

Bu şekildeki icâreye çâre: Sahibi, o yeri belirli bir ücretle icâre verir ve icara verirken de haraç bedelini, o icâreye ilâve eder. O za­man icarci, icarı öderken, her ikisini de birlikte öder ve böylece caiz olur.

Bu, şuna benzer. Bir adam, evini icara verirken, ona: "Evin icarı şu kadardır. Evin imârı (= tamiri) için yapacağın masraf, icara mah­sup edilecektir." der. İşte bu caizdir.

Şayet icara verenle, tutan arasında, ihtilaf çıkar da icarlayan "fazla masraf eylediğini" iddia eder; icara veren de bunu kabul ey-lemezse; bu durumda icara verenin sözü geçerli olur; icarlayanın sö­zü kabul edilmez. Çünkü müste'cir, emin değildir. O ücretten kur­tulmayı ister; İcara veren de onu inkâr ederse, icara verenin sözü ge­çerli olur/ Yapılan masraf hakkında da icara verenin sözü geçerli olur. Buna çârerMüste'cir, senelik ücretin tamamını, ev sahibine peşinen öder.

Sonra da ev sahibi, müste'ciri vekil tâyin ederek, ona bir mik­tar para verir ve ondan, "o yerin haracını vermesini ister, veya "ta­mirini yaptırmasını" söyler. Böylece, icar caiz olur. Bu takdirde yap­tığı tamir bedeli olarak verdiği şey hakkında müste'cirin sözü geçerli olur.

imâm Muhammed (R.A.), haracın hükümdarın naibine veya me­muruna verilmesini şart koşmuştur.

Şeyhü'l—İmâm Şemsül—Eimme el-HaKâni, şöyle buyurmuştur: Müste'cir veya başka birisi, haracı, köy halkından birisine ver­se; onu tazmin etmesi gerekir; haraçtan kurtulmuş olmaz.

Keza, köyün güvenilir bir kişisine verse; yine haracı ödemiş ol­maz. Çünkü, o şahıs, sultanın naibi ve me'mûru değildir. Ona öde­mekle, borcundan kurtulmuş yani haracı vermiş olmaz. Ancak sul­tanın naibi ve me'muruna verirse, kurtulmuş olur.

İmâm Muhammed (R.A.), şöyle buyurmuştur:

Bir adam, bir hayvan icarladığında, icara veren, onun icarı ile birlikte, hayvanın yiyeceğini de şart koşsa, bu caiz olmaz. Buna çâre şudur:

Bu hayvanın yiyeceğinin masrafı olacak dirhemlere bakılır ve o dirhemler icara ilâve edilir; Müste'cir, o hayvanı bunların tamamı ile birlikte icarlar. Sonra da, hayvan sahibi, müste'ciri, hayvanın ba­kımına vekil tayin eder ve bu müste'cir, o fazlalığı, hayvana masraf eder. Ancak müste'cir, infakmdan dolayı doğrulanmaz. İhtiyat olan, müste'cirin, bu hayvanın masrafım, onun sahibine peşin ödemesi­dir. Sonra da icara veren zat, o parayı müste'cire teslim eder ve "onu, hayvanına infak etmesini" söyler.

Keza, bir adam, diğer birini icariadığında, icarlanan adam, yi­yeceğini icarlayana şart koşsa; bu da caiz olmaz. Buna çâre:

İcarlanan adamın yiyeceğine bakılır ve o nisbet icarına ilâve edilir.

Bir adam, aylıkla, bir ev icarladığında; müste'cir, bir veya iki ay oturunca, ev sahibinin çıkaracağından korksa; ayın birinci veya ikinci günü olunca, o ayın tam icarını verir. O zaman, ev sahibi onu çıkaramaz. Çünkü icar ayın başında değil de, sonunda vacip olur.

Câmiü'l-Fetâvâ'da şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, bir yer icarladığında; icara verinin ölmesi hâlinde de, icârm bozulmamasını irâde eylese; icara veren, "yirmi seneliğine icara verdiğini" ikrar eder. O da, bu ikrar üzerine, yirmi sene orayı eker biçer.

Başka bir vecih: Müste'cir, "o yeri, icara verenden, başka bir müs-lüman için icârladığım" ikrar eder. İcara veren de bunu doğrular. O takdirde, ikisinin ölümü ile de icâre bozulmaz.

Eğer o icara verilen yer, tenha bir yer olur ve müste'cir ile icara veren, "o yerin yirmi yıl intifamı" söyler ve ikrar ederlerse; icara tutan, oradan yirmi sene faydalanır.

Sirâciye'de şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, bir yerini icara verdiğinde, o yerin içinde hurma ağaç­ları olur ve meyvelerini de icarciya vermek isterse; ağaçlar için "hur­malardan muayyen bir nisbet, icara verenin olacak; kalanı ise icar-cının olacaktır." diye anİaşma yaparlar.

Uyûn'da şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, bir ev kiralamak istediğinde, ev sahibi, onun, eve mas­raf etmesini isteyip, "onu ücretinden saymasını" söyler; o da öyle yaparsa, sözü kabul edilmez. Bundan emin olmasını murad ederse, çâre: Kirasını peşin verir. Sonra da ondan geri alarak evin ihtiyacı­na sarfeder. Böylece yapılan iş, güvenceli olur. Tatarhâniyye'de de böyledir. [32]

 

18- DÂVADAN MEN İŞLEMİ İLE İLGİLİ SERİ ÇARELER 

Bir adamın elinde bir yer bulunur ve başka birisi de onu da'va eder; da'va eden şahıs da, haksız ve zâlim olur; da'vâ olunan şahıs ise, yemin etmekten hoşlanmayıp, yemin etmemeye bir çare ararsa; buna çâre şudur:

Bu şahsın küçük çocuğu, o iddia olunun yeri ikrar eder; veya bir yabancı onu ikrar eder. Böylece kendisi p da'vâdan ve yeminden berî olur.

Bunu, Hassâf, Edcbü'1-Kâdî isimli kitabında zikreylemiştir.

Bu hususta âlimler ihtilaf eylemişlerdir:

Ba'zıları: "Hassâf m dediği gibi, çocuk ikrar ederse, yeminden beri olur; fakat, yabancı ikrar ederse beri olmaz." buyurmuşlardır.

Ba'zıları  da:   "Her  iki hâlde de yeminden berî olamaz." demişlerdir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.): "Ona yemin gerekmez." buyurmuşlar; İmâm Muhammet! (R.A.) ise: "Yemin gere­kir." buyurmuştur.

Keza, Hassâf şöyle buyurmuştur: Bir akan gasbeden şahsa, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'a göre tazminat gerek­mez; İmâm Muhammed (R.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un önceki kav­line göre, tazminat gerekir.

Bazı âlimler: "Gasbı inkâr edene, bi'1-ittifak tazminat gerekir." derken; ba'zılan da: "Bunda İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'den iki rivayet vardır. En uygun olanı, tazminat gerekmesidir." buyurmuşlardır. Çünkü akan itlaf, bi'I-ittifak tazminatı gerektirir.

Görülmüyor mu ki: Mülkün itlafından dolayı, şahitler şehâdet-ten rücû etseler bile, bi'1-icma tazminat (âzım oluyor.

Eğer iddia olunan bir arsa veya bir câriye yahut bunların ben­zeri bir şey ise, —akar'ın haricinde,— buna çâre: Da'va olunan şa­hıs da'va edilen şeyi, da'vâ edenin tanımayacağı şekilde değiştirir; sonra, ona arz eder. Böylelikle da'vâ bâtıl olur. Zehiyre'de de böyledir. [33]

 

19- VEKÂLETLERLE İLGİLİ İŞLEMLER HAKKINDA ŞER'İ ÇERELER
 

Bir adam, diğerini, "belirli bir cariyeyi, bin dirheme veya yüz dinara satın almaya" vekil tayin eder; bu vekil de, vekâleti ka­bul edip, onu görünce, o cariyeyi kendi nefsine almak isterse, buna çâre:

O, cariyeyi emredildiği şeyin gayrisi ile, satın alır. Meselâ: Bin dirheme satın alacaksa, yüz dinara satın alır; yüz dinara satın ala­caksa, bin dirheme satın alır.

Aynı cinse satın alacaksa, biraz daha fazlaya satın alır.

Şayet bu satın alış, müvekkilin yanında olursa, kendisi için sa­tın almış olur; yok eğer, müvekkilin yanında olmaz ise, o zaman mü­vekkil için almış olur.

İmâm Muhammed (R.A.), dinarla dirhemi, aynı cins olarak kabul eylememiş ve bu mes'elede, ikisini cins-i vahit kılmamıştir. Şayet cinsi vahit kılmış olsaydı, vekil onu âmir için almış oîurda. Ve ister, di­nar yerine dirhemle alsın; isterse, dirhem yerine dinarla alsın fark etmezdi.

Cami Sağır Şerhı'nde, Müsâveme Babi'nde ise, ribâ (= faiz) bakı­mından dinar ile dirhem, —kıyâsen— ayrı cins olarak hesap edil­miştir. Hatta: "Birisi ile diğerini satın almak caizdir." denilmiştir.

Ribânın (= faizin) haricinde bir cins olarak kabul edilmiştir.

Bu, istihsânen böyledir.  Hatta, nisabdâ bunlar birbirini ikmâl eylemiştir.

Hâkim kıymetlerini hesap ederken, ister dirheme göre, isterse dinara göre hesap eder; muhayyerdir.

Bir kimse, satımda dirhemle ikrah edilse veya aksisi ile ikrah edilse, bu satış ikrah olur.

Şöyle ki: Bir adam, malını dirhem mukabili satsa da dinar alsa veya bunun aksisi olsa, fark etmez.

Ancak, İmâm Muhammed (R.A.)'den, şaz bir rivayet buna muha­liftir: Bir adam, bir şeyi, dirhemler karşılığında sattıktan sonra; onun bedelini ödemeden, dinarla satın alsa veya bunun aksisi olsa; ikinci­nin kıymeti de birinciden az olsa, —istihsânen— bu satış fâsid olur. Burda itibar cinsedir. —Ribâ hâriç— bunlar, bir cins hükmündedir-ler. Şehâdette muhtelif cins hükmündedirler. Hatta, iki şahitten bi­risi, dirhemler üzerine şahitlik yapar; diğeri de.dinarlar üzerine şa­hitlik yapar; müddeî de dinar olarak veya dirhem olarak iddia eder­se; şehâdetleri kabul edilmez.

îcârede de böyledir. Ve cinslerinin ayrılığına itibar edilir. Hat­ta, bir kimse, diğerinden dirhemler karşılığı veya dinarlar karşılığı bir yer icarlarsa; hangisinin kıymeti daha fazla ise, evini^pnunla ica­ra verir. Ve bu fazlalık helâl olur.

Cami isimli kitapta şöyle denilmiştir:

Gerçekten dirhemler ile dinarlar, ribânın hâricinde cİns-i vâhid Hükmündedirler.

Diğer bir çâre: O cariyeyi, emredildiği cins ile alırken, bir başka cins daha ilâve ederek satın alır.

Şöyle ki: Âmir, "dirhemler karşılığı al" demişse; müşteri onu bin dirhem ile birde elbiseye veya benzeri bir şeye satın alır. Bu du­rumda, o cariyeyi müşteri kendi nefsi için satın almış olur.

Bir adam, diğerini bir şey satın almaya vekil ettiğinde, o şeyi neye kargılık satın alacağım belirtmez, vekil de onu, iki cins şeyden biriyle (dirhemle veya dinarla) satın alırsa; satın aldığı o şey, mü­vekkilin olur.

Şayet dirhem ve dinarlardan başka bir şeyle satın alırsa; o tak­dirde, o şahıs, satın aldığı şeyi kendi nefsi için almış olur.

Bu, üç imamımıza göre de böyledir. Zira, örf hükmüne göre, müşterinin dirhemlerle veya dinarlarla alması gerekir. İmâm Ebû Ha-nîfe (R.A.)'ye göre satmak bunun hilafınadır. Âlimlerimize göre bu­rada, bir çare de şudur:

Vekil, başka bir şahsı, bir cariyeyi almaya vekil tâyin eder; o da birinci vekilin bulunmadığı biryerde, o cariyeyi satın alır.

Bu mes'elede iki cihet vardır:

1) Önceki âmir, birinci vekile: "Nasıl istersen öyle yap." de­miş olabilir.

Bu durumda-vekil, ne yaparsa yapsın caiz olur;

2) İkinci vekil, birinci vekilin yanında satın almış olabilir. Bu durumda, şayet âmirin dediği cinsle veya ondan daha azla satın al­mışsa, geçerlidir; yok eğer, başka bir cinsle veya daha fazlaya satın almışsa, —önceki vekilin huzurunda olduğu için— yine, o vekil için satın almış olur.

Eğer birinci vekil kendi nefsi için satın almışsa, tafsilât — yukarıda— söylediğimiz gibidir.

Eğer ikinci vekil, birinci vekilin gıyabında satın almış ve birinci vekil de bir kıymet takdir etmemişse, ikinci vekil, —yine— birinci vekil için satın almış ve önceki âmirin emri altına girmemiş olur. Çün­kü âmir, birinci vekile emreylemiştir.

Şayet birinci vekil, ikinci vekile bir bedel takdir eylemiş ve ikin­ci vekil de, birinci vekilin bulunmadığı bir yerde, o cariyeyi satın al­mışsa; burda iki rivayet vardır:

Birinci rivayete göre, o câriye önceki âmir için alınmış olur.

İkinci rivayete göre ise, birinci vekil için alınmış olur.

Bir adam, diğerini, kendi cariyesini satmak için vekil ta-.yin eder; vekil de bu vekâleti kabul ettikten sonra, o cariyeyi, kendi­si için satın almak isterse, buna çâre:

Vekil, cariyenin efendisine: "Beni bu cariyeyi satmaya vekil ey­le ve yapacağım her işe yetki ver." der. O da öyle yaparsa; bu vekil için en uygun olanı, o cariyeyi satmak üzere başka birini vekil tayin etmesi, sonra da birinci vekilin, o cariyeyi ikinci vekilden satın al­masıdır. Bu, caiz olur. Çünkü, efendi, birinci vekilin yapacağı her şeye izin vermiştir. O da, ikinci bir vekil tayin ederek, ondan satın almıştır.

Görmüyor musun ki, bu cariyenin sahibi ölse, her iki vekilde azl edilmiş olur.

Böyle olunca, birinci vekil de ikinci vekili azledebilir.

Hassâfın Edebii'l-Kâdî isimli kitabının "Hîyel Babsi'ndeki bir riva­yette böyledir.

Eğer cariyenin sahibi, bu cariyeyi vekilin kendi nefsine satması­na izin verirse, vekil, kendisi o cariyeyi vasıtasız alabilir. Şayet câri­ye sahibi, vekilin yapacağı işe izin vermezse, buna çâre:

Bu vekil o cariyeyi güvenilir bir adama değeri mukabili satar. Bu satış, hilafsız, olarak caiz olur ve müşteriye, o cariyeyi teslim eder.

Sonra da müşteriden onu geri satın almak ister ve satın alır ve bu durumda câriye, vekilin malı olur. Bunun, hiç bir sakıncası da olmaz.

Bir adam bir şehirden, o şehirde olmayan birisine, bir mek­tup yazıp ona "Bana, şu vasıflarda bir şey satın al." der ve o cins, şey, kendisine mektup yazılan şahsın, yanında bulunur; arkadaşına onu satın almasını isterse buna çâre: Mektup kendisine yazılan ve istenilen eşya kendisinin olan zat o eşyayı güvenilir bir adama satar. Bu «atış sahih olur ve ondan, onu tekrar satın alır. Çünkü, kendisi­nin, bizzat kendisine mektup yazana, o şeyi satması mümkün değil­dir. Zira, bir adam, kendi malına hem satıcı, hem alıcı olamaz. (Yâ-ni bir malı, kendi, kendisine satamaz.) Fakat, söylediğimiz gibi ya­parsa, caiz olur. Çünkü, alım-satım iki kişi arasında yapılmış olur.

Bir adam, diğer birini, "bir başkasından bir ev satın almaya" vekil eder; vekil de, müvekkilden,evin bedelini peşin aldığı hâlde, evi va'deli almak isterse; buna çâre:

Vekil oîan zat, o şeyi satın alır. Satış tamam olunca, bedeli de icab eder. Satıcının, vekil üzerindeki bedeli alması gerekir. Vekil de, o bedeli müvekkilden alır; sonra da vekil, satıcıya: "va'deli ödeme yapacağım" söyler. İşte bu durumda, vekil için, te'cil caiz olur. Sa­tıcının te'cil etmesi, müvekkili etkilemez. Satıcı, sattığı şeyin bedeli­ni, isterse,vekilden hiç almaz; isterse,ona bağışlar.Bu hâller müvek­kile te'sir etmez. Satılan şeyin bedelinden bir kısmını düşürmek bu­na muhaliftir. O takdirde, o düşürülen şey, müvekkile âit olur. Zira düşme akdin aslına ilhak olunur.

Fakat ibra böyle değildir; onda müvekkilin hakkı olmaz.

Keza vekil, bir şey satar; müşteri de vekilin bir miktar düşür­mesini talep eder; vekil de düşürme yaparsa; İmâm Ebû Hanîfe (R,A.) ve İmâm Muhammet) (R.A.)'e göre, bu satıcının, sattığı şeyden, bir mik­tarını eksiltmesi veya ibrası yahut bağışı sahihtir; caizdir. Ve, bu ve­kil, o nisbeti, müvekkiline, kendi malından ödeme yapar.

Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre, sahih değildir. Bunun sahih olması için bir çâre:

Vekil, müşteriye dirhemler veya dinarlar bağışlar ve onu müş­teriye verir. Sonra da, satılacak şeyi ona satar. Daha sonra da, bu müşteri, o aldığı bağışı, bedel olarak vekile iade eder. İşte bu, müş­teri hakkında birdüşüş olur ve maksud hasıl olur.

Gerçekten vekilin ibrası, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muham-med (R.A.)'e göre, satıştan önce caizdir.

Keza, satıştan önce bir miktarını düşmesi de caizdir. Fakat, ta­mamını satıştan önce düşmesi sahih olmaz.

Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre böyledir.

İmâm Muhammed(R.A.) ise: "Satıştan önce, vekilin hibesi sahih­tir." buyurmuştur. (Yani, müvekkilin malını bağış yapar ve bedeli­ni kendi malından öder.)

Bir adam, diğerine "bir beldeden bir şey satın almasını" söy­ler; vekil de, satın aldığı o şeyi bir başkası ile yollamaktan korkarsa, buna çâre:

Bu vekil, müvekkilinden, yapacağı işler için izin alır. O izin ve­rince de, başkası vasıtasıyla yollayabilir. Zayi olacak olsa tazminat gerekmez. Çünkü yetki almıştır. Başka bir çâre: Bir adam, satın alı­nan şeyi bir başkasının yanına emânet olarak korsa, tazminattan kurtulur. [34]

 

20- ŞUF'A MESELELERİ İLE İLGİLİ ŞERİ ÇARELER
 

Şeyhu'I-İmâm Şemsü'l-Eimme el-Haivânî, şöyle buyurmuştur:

Hassâf, şüf'anın vücûbunu men eden mes'eleleri cem eylemiştir. (= bir araya toplamıştır.)

Onlardan ba'zisına rağbet azdır. Şu mes'ele de o cümledendir: Bir satıcının, müşteriye evi bağış yapması ve ona karşı şahit edinme­si, müşterinin de bedeli bağış yapıp, ona karşi şahit edinmesi hâlin­de, şuf'a gerekmez. Çünkü şüf a, muvâdat ve karşılık (= ivaz) şartı olmaz ise hibeye mahsustur. Bunun için aybı veya başka bir sebeple mübadele hükümleri sabit olmaz. Fakat, müşteriye bir ev, karşılık şartıyla bağışlanırsa, işte burda iki rivayetin ihtilali vardır:

Mebsât'ta, şüf a faslında şöyle zikredilmiştir. Gerçekten o, satış ma'nasına olur ve şefi için şüf'a hakkı olur.

Nevadır isimli kitabın ba'zı rivayetlerinde şöyle zikredilmiştir:

O, satış ma'nasına değildir.

Ba'z yerlerde de: "Karşılıklı bağıştır." diye zikredilmiştir.

Bu hususta, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ile, İmâm Muhammed (R.A.) arasında görüş ayrılığı vardır.

Bu, mes'ele de iki rivayet olur veya ihtilaf bulunursa, şüf'anın ibtâline çâre bulunmaz. İmâm Muhammed (R.A.), şöyle buyurmuştur:

Karşılıklı bağış için, bağışlayan tarafından —hüküm ve rıza ol­masa bile, kendisine bağış yapılan zat, yapılan bağışı almadan önce— dönüş yapılabilir.

Çâreler cümlesindendir: Bağışta olduğu gibi, ev sahibi, ken­disine evi satmak istediği şahsa; o evi tasadduk eder; müşteri de, o evin bedelini, sahibine tasadduk eder.

Sadaka ile hîbe arasındaki fark; Hibeden dönülebilir; sadaka­dan ise, dönülemez. Diğer hâllerde, ikisi müsavidir.

Çâreler cümlesindendir: Ev sahibi, satmak istediği evi ik­rar eder. Satın alacak şahıs da satıcı için, evin bedelini ikrar eder. İşte o zaman, şüf a hakkı sabit olmaz.

Bu, İmâm Muhammed (R.A.)Men rivayet edilmiştir.

Çâreler cümlesindendir: Evin yerini yanlış olarak beyan etmek veya o yeri yoluyla birlikte tasadduk eylemek yahut yoluyla beraber bağış yapmak; sonra da geride kalanı satmak da, çâreler­dendir. Bu takdirde —şefi için— şüf a hakkı sabit olmaz. Hibede taksim ihtimali olsa bile muşa yoktur.

Gerçekten şefî için şüf a hakkı yoktur; çünkü, müşteri ortak ol­muştur. Ortak ise, komşudan daha önce gelir. O, yoluyla birlikte ona tasadduk edince, kendisine tasadduk edilen şahıs yakın komşu ol­muş olur. Başkası ona takaddüm edemez.

Çâreler cümlesindendir: İmâm Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:

Bir ev, taksim kabul ederse; sahibi, oradan satmak istediği ye­rin bir parçasını, müşteriye bağış yapar. Sonra da bu bağışın caiz olduğunu hâkime çıkarır. Hâkim onun cevazına hükmeder. Ondan sonra, bunu başka bir hâkim bozamaz.

Böylece taksim ihtimali olan yerler, hâkime arz edilip, hüküm alınır.

Şayet ev küçük olur da, taksim ihtimâli olmaz ise (veya bir dük­kan ise) satın alacak olan şahsa, onun bir parçası bağış yapılır. Geride kalan kısmı da ona satılınca şüf a hakkı kalmaz. Hâkimin hük­müne de gerek olmaz.

Başka bir çâre: Önce, müşteri, o binayı çok ucuza satın alır; Son­ra da onun arsasını çok pahalıya satın alır. İşte o zaman, şefîa bina­da şüf a hakkı sabit olmaz. Arsa çok pahalı olduğu için, onu alma­ya da rağbeti olmaz.

Çâreler cümlesindendir: Evi satın almak isteyen şahsa, o evi bağışlar. Sonra da onun arsasını pahalı satar. Bu durumda, şe­fi'in şüf'a hakkı olmaz. Çünkü ev bağışlanınca, binanın altı, kendi­sine bağış yapılan şahsın olur. O ortak olunca da komşudan mukad­dem olur.

Bağ ve arazide çâre: Bir kimse, şüf anın gerekmesini iste­meyince, ağaçları kökleriyle birlikte satar veya bağışlar. O takdirde, o adam, o yere ortak olur. Sonra da kalan yeri istediği fiata satar.

Başka bir çâre: satın alan şahıs, önce ağaçları ucuz fiata satın alır; sonra da yerini pahalı fiatla satın alır.

Başka bir çâre: Evin bir parçasını çok pahalıya satar; Ka­lan yerini de çok ucuza satar. Bu durumda şefi'in şüf a hakkı ol­maz. Çünkü, o eve, müşteri ortak olmuştur. Ortak var iken de, kom­şusunun şüf a hakkı olmaz. Önceki satılan yerde şüf a hakkı vardır. Ona da pahalı olduğu için rağbet eylemez.

Şayet müşteri: "Ben, önce pahalı alınca, sonra kalan yeri ucu­za satmaz diye korkuyorum." derse; buna çâre:

Satıcı, müşteriye, kalan yerin binde bir sehim olduğunu ikrar eder. Sonra, kalanı o şekilde satar.

Ebû Bekir Harzimî şöyle buyurmuştur:

Müşteriye karşı, satıcının ikrarında Hassaf (R.A.) hata eylemiş­tir. Burda komşuya şüfa hakkı vardır. Çünkü, ikrar ile ortaklık sabit olmaz. Bir insanın ikrarı, başkası için hüccet olamaz.

Ve buna İmâm Muhammed (R.A.)'in şu kavlini delil göstermiştir: Ev sahibi, "elindeki evin başkasına âit olduğunu" söylerse ( =ikrar ederse) bu ikrar sebebiyle, ikrar olunan şahıs, o eve sahip olamaz.

Başka bir çâre: Bir adam, bir evi yüz dirheme satın almak murad ettiği hâlde, onu zahirde, bin dirheme veya daha fazlaya sa­tın alır. Ve, o satıcıya, kıymeti yüz dirhem olan bir elbiseyi, bin dir­heme verir. Bu durumda şefi için, başka imkân olmaz. Ancak zahiri fiata alması gerekir ki oda fazla olduğundan, ona rağbet etmez ve şüf'a hakkından vaz geçer.

Diğer bir çâre: Müşteri, şefiye: "Eğer hoşuna giderse (is­tersen), bu yeri, ben satın alayım." der; o da: "Olur." derse; şüf'a hakkı bâtıl olur. Çünkü şüf'a ilk satın alışta olur. İkinci de olmaz. Şüf'adan kaçınmak, şüf'a hakkını almayı ibtâl eder: Keza, müşteri, şefi'a: "İstersen satın alayım." dediğinde; eğer şefî: "Olur." derse; şüf'a hakkı, yine bâtıl olur.

Uyun kitabında şöyle zikredilmiştir:

İster önce olsun, ister sonra olsun, bâtıl olur. Keza, müşteri, şe-fîa bir elçi yollar ve şefia böyle söyletir; şefi'de: "Olur." cevabını verirse, şüf'ası bâtıl olur.

Başka bir çâre: Satıcı ve müşteri, satışın fâsid olduğunu doğrularlar veya "zoraki olduğunu" yahut "satıcı için muhayyerlik bulunduğunu" söylerlerse; Bu sözleri kabul edilir. Sözleri kabul edi­lince de, şefî'in şüf'ası gerekmez. Şüf'a hakkının sübûtu, satıcının -mülkünün sahih sebeble satışına bağlıdır; burda ise o yoktur.

Başka bir çâre: Müşteri, bir adama "onun, şefia, şöyle söylemesini" emreder: Ben, filan adamdan (satıcıdan), filan adam satın almadan önce, satın aldım." Bu durumda, şefî'de: "Doğru söy­ledin." derse; şüf'a hakkı bâtıl olur. Çünkü, bu durumda onun sa­tın alınmış olduğnu ikrar eylemiş oldu.

Keza, bir adam, şefîa: "Bu ev senindir; filan satıcının değildir." deyince, şefî'de: "Evet" derse; şüf'ası bâtıl olur.

Keza, müşteri: "Ben, bu evi yüz dinara satın aldım. Eğer ister­sen sana birkaç dinarını indiririm." deyince, şefî'de: "Olur. İsterim." derse; şüf'ası batıl olur.

Kadı İmâm Ebû Ali şöyle demiştir.

"Bedelinden on dinar düşürdüm ve sana doksan dinara satıyo­rum." der; şefi'de: "Olur." derse; yüz dirhemden noksana almaya rağbetinden dolayı, şüf'a hakkı sakıt ve bâtıl olur. Fakat: "Sana dok­san dirheme satıyorum." demezse, şüf'ası bâtıl olmaz. Çünkü, bu­rada şüf'a Hakkını almaktan kaçınması yoktur ve bu caizdir.

Keza, şefî, müşteriye: "On dinarını benden düşür. Bana dok­san dinara sat." derse; şüf'a hakkı yine bâtıl olur. Böyle söylemezse bâtıl olmaz. Tatarhâniyye'de de böyledir. [35]

 

21- KEFALET İŞLEMİ İLE İLGİLİ ŞER'l ÇARELER
 

Bir adam, birinden kefil almak istediği hâlde ona gücü yet­mezse, buna çârenin ne olduğu hususunda şürût âlimlerinin ihtilafı vardır: Bir kimse, bir hâdise hakkında birini vekil ettikten sonra, ona: "Seni her azlettikçe, sen benim vekilimsin." derse; âlimlerin ekseri­sine göre, onun vekâleti yenilenmiş olmaz.

Ebû Yezid eş-Şurûti'ye göre, —kıyâsen— onun kefaleti yenilenmiş olur. Tatarhâniyye'de de böyledir.

En doğrusunu ancak Allahu Teâlâ bilir. [36]

 

22- HAYÂLE İŞLEMİ İLE İLGİLİ ŞER'l ÇARELER
 

Bir adamın, diğer adamda malı (alacağı) olduğunda, üze­rinde mal olan, (borçlu) o malı, bir başkasına havale etmek ister; kendisine havale edilmek istenen şahıs da müflis olursa; alacaklının, ona müracaat etmesi için, borcu havale edenin de, havale edilenin de ikrar etmesi gerekir.

Havale kitabında şöyle zikredilmiştir: Havale eden şahıs, mah ta­nınmayan birisine havale eder; o da havaleyi kabul eder; sonrada havaleyi kabul eden zat, o malı (borcu), havaleyi alana havale eder. Bunu böyle yaptıkları zaman, havaleyi kabul eden müflis olarak, ölür­se, muhtalün leh için, önceki havale yapana rücû hakkı olmaz. Çün­kü önceki havale eden, muhtalün lehe, havale yapmamış, tanınma­yan birisine havale etmiştir.

Borçlu, alacaklısını, kendisinin alacağı olduğu birisine havale etmek istediğinde, bu alacaklı, borçlusuna: "Sen* benim yanımda havale olunandan daha güvenceli ve sağlamsın. Ben, ona havale et­meni istemiyorum." derse; buna çâre:

Borçlunun, borçlusu; borçlu yerine, alacaklıya, üzerinde olan malı (borcu) öder. Bu meyanda, asıl borçlu da kurtulmuş olmaz. Ala­caklı, alacağını, onlardan her hangisinden isterse, ona ödetir.

Bu hususda başka bir vecih: Alacaklının borçlusu o alacağını alıp, borcuna mukabil vermesi için bir vekil tâyin eder. Buda caizdir. Vekilin, alacak almasının cevazı açıktır. Alınan, bu alacağın da, borca karşılık olacağı açıktır. Bu şekilde borç ödemek, örfdür ve maJ-rufdur. Eğer borçlu: "Ben, alacaklımın borçlumdan almasından kor­kuyorum." derse; bu mes'elenin mânası, borçlu alacaklısını kendi alacaklısından alacağım almak için vekil tâyin eder; yalnız; "Ken­din için al." demez. O takdirde talip, o malı matlûb için almış olur.

Sonra da talip, Kendi alacağını almaya ihtiyaç duyarsa; alınan mal vekilin elinde emânettir. Eğer onu, nefsi için alırsa emâneti al­mış olur.

Şayet: "Ben, kendi nefsim için almadan önce, mal zayi oldu." der ve emanetin zayi olduğunu iddia ederse, onun sözü geçerli olur.

Bir borçlu, kendinin alacaklı olduğu bir adama, kendi alacaklı­sına mal vermesini söylerse; o takdirde alacaklı, onlardan her han­gisinden isterse, ondan —alacağını— alır. Alacaklı, borçlusunun borç­lusundan alınca, kendi nefsi için almış olur.

Şayet o alınan şey zayi olacak olursa, osun aleyhine (onun malı olarak) zayi olmuş olur  Zehıyre'de de böyledir.[37]

 

23- SULH İŞLEMİ İLE İLGİLİ SERÎ ÇARELER
 

İmâm Muhammed (R.A.), şöyle buyurmuştur:

Bir adamın, diğerinin üzerinde bin dirhem alacağı olduğunda, ' 'şu senenin, şu ayının hilâlinde (Başında) Yüz dirhem ödemek üze­re anlaşma yapsalar; ve ödeyemezse, "iki yüz dirhem ödenecektir." diye söyleseler; işte bu anlaşma, bizim ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavline göre, caizdir, bu mes'ele bu şekildedir.

İmâm Muhammed (R.A.) ise, Sulh Kitabı'nda bunu zikreylememiştir.

Bu husus, Çâreler ve Hikmetler Kitabı'nda şöyle zikredilmiştir:

Borçlu şart koşulan zamanda yüz dirhemi öderse, borcunun ta­mamından berî olur. (= kurtulur.) Şayet Ödeyemezse, o takdirde, iki yüz dirhem ödemesi gerekir.

Sulh Kilabrnda bu cins mes'ele üç fasıldır:

Birincisi; Bir adamın, diğeri üzerinde, bin dirhem alacağı vardır. Alacak sahibi, borçlusuna: "Eğer yarın-beş yüz dirhem ödersen; beş-yüz dirhem borcundan düşerim." veya: "Yarın beş yüz dirhem öde." der; diğeri de bunu kabul ederse; borçlu yarın beş yüz dirhemi öde­yince, sulh da caizdir; beş yüz dirhemin düşmesi de caizdir.

İkincisi: Alacaklı, borçluya: "Peşin beş yüz dirhem Ödersen, beş yüz dirhemini düşerim. Eğer ödemezsen bin dirhem öylece ka­lır." der; diğeri de bunu kabul ederse; beşyüz dirhemi peşinen ödeyince, o, diğer beş yüz dirhemden kurtulur. Şayet ödeyemez ise, bin dirhem hâli üzere kalır. Bu, istihsânen de, kiyâsen de böyledir; Bin dirhem hâli üzeredir.

Üçüncüsü: Alacaklı, borçlusuna; "Beş yüz dirhem ödemene kar­şılık, senden beşyüz dirhemi düştüm" der ve başka bir şey söylemez ise, burda ihtilâf vardır:

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, eğer beşyüz dirhemi peşinen Öder­se; diğer beşyüz dirhemden berî olur; Ödemezse, bin dirhem hali üzere kalır. Ve sulh, batıl (Geçer siz) olur.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ise: "Sulh bâtıl olmaz. Borçlu, beş yüz dirhemi ödesin veya ödemesin, borcun beş yüz dirhemi düşmüş olur.

Bu mes'ele, İmâm Muhammed (R.A.)'den de, Sulh Kitabı'nda vârid olmuştur.

Bunun "Çareler Kitabındaki" sureti ve hükmü, ise zikreyledi-ğimiz gibidir.

Bu mes'eleyi, İmâmeyn, şöyle açıklamışlardır: Bu mes'elede, bi'1-ittifak ihtilaf yoktur. Sulh kitabının mes'ele-sinde olduğu gibi... Fakat, çâreler kitabının meselesinde ihtilaf vardır. 'Buna muhalefet eden, İmâm Zıifer'dır." denilmiştir. İbnu Ebî Leylâ'dır." diyenler de olmuştur. Burada hilaf olmaması için çâre: İmâm Muhammed (R.A.), şöyle buyurmuştur: Alacak sahibi, borçludan sekiz yüz dirhemini düşer ve iki yüz dirhem alacağı kalır; şu vakitte (iki yüz dirheme karşılık,) yüz dir­hem vermek üzere anlaşma yaparlar. Eğer o vakitte ödeme yapmaz­sa, aralarında sulh kalmaz.

Bu şekilde sulh yapmak, hilafsız olarak caizdir. Şemsü'I-Eimme el-Halvanî şöyle buyurmuştur: Bu çâreye iyi bakmak gerekir. Çünkü, burda iki yüz dirheme karşılık, yüz dirheme taalluk vardır.

Şeyhu'l-İslâm'da Hiyel Şerhı'nde: "Bu şekildeki anlaşma, bi'1-ittifak caizdir." buyurmuştur.

SemerkandVnin Vâkiâtı'nda şöyle denilmiştir:

"Bir adamın, diğerinin üzerinde bin dirhem alacağı olduğun­da, bir aya kadar yüz dirhem vermek üzere anlaşma yapsalar, ve ve­remez ise, iki yüz dirhem olacak deseler; işte bu sulh caiz olmaz. Bu sulhta hata vardır, düşürülen miktar meçhuldür. Ve o, dokuz yüz dirhemdir. Şayet şart koşulan vakitte öderse, dokuz yüz dirhem dü­şecek; ödeyemez ise, sekiz yüz dirhem düşecek; Düşürülen miktarı bilmemek, sulhun sihhatine mânidir.

Bu mes'elede iki rivayet vardır ve mes'elelerin ikisinin arasında da fark yoktur.

Bir adam ölür ve. bir oğlu ile bir de karasını terkeder; bunla­rın ellerinde de bir ev bulunur; bir başka adam da gelerek, "o evin, kendine âit olduğunu" iddia eder ve aralarında anlaşma yaparlarsa; işte tu mes'elede iki yön vardır:

Eğer oğul ve kadın ikrarsız anlaşma yaparlarsa, mal onlara karşı sekizde birdir; ev ise aralarında sekizde' birdir. Şayet ikrarlı anlaşma yaptilarsa, ev de, mal da aralarında yarı yarıyadır.

Eğer, ikrar üzerine, ev de mal da aralarında sekiz de bir olsun diye isterlerse, buna çâre:

Bir yabancı ile "evin sekizde biri, kadına teslim edilecek; sekiz­de yedisi de oğluna teslim edilecek" diye anlaşma yaparlar; sulh bu şekilde yapılırsa, sahih olur ve bu ev, aralarında sekizde birli taksim edilir. Sonra da anlaşma yapan şahıs, onlara karşı sekizde bir için müracaat eder.

Şayet oğul ve kadın sulh isterlerse böyle yapılır. Çünkü, yaban­cının ikrarı —bunların hakkında— sahih olmaz ve onun sulhu da'-vacıya karşı düşer. Da'va düşünce de, ev, irs cihetiyle, oğul ile kadı­nın mülkü olur ve sekizde biri kadının olur.

Bu mes'eleyi, Şemsü'I-Eimme el-Halvânî, Hıyd Şerfu'nde zikreylemiştir.

Ve, şöyle demiştir: Da'vâcı, evi ikrar eder; sonra da sekizde biri ka­dının; sekiz de yedisi oğlanın olmak üzere anlaşma yaparlar.

Bu, bir evin sekizde birini birinin; sekizde yedisini de diğerinin satın alması menzilindedir.

Bir adam ölür, evini, dinarlarını, ve arazisini terk eder ve ölen . bu kocanın vârisleri,- karısı ile, terekeden onun hissesi üzerine dir­hemler veya dinarlar karşılığında anlaşmak (- sulh) isterlerse, bu mes'elede iki cihet vardır:

Birincisi: Terekede borç bulunmaması hâli.

Bu durumda ölen koca, dirhemler ve arazi terk ederse dirhem­ler üzerine anlaşma yapılır.

Şayet, kadın hissesine düşecekten daha fazla alırsa; işte bu caiz olur.

Onların bir kısmı dirhemlere bedel olurken, bir kısmı da arazi­ye bedel olur ki, bu şahindir. Ve, her iki bedeli de aynı mecliste tes­lim almasını şart koşarlar.

Bu, vârislerin, terekeyi taksime bir mâni olmadığını ikrar eyle­dikleri ve kadının terekeden nasibinin emaneten durduğunu söyle­dikleri zaman böyle olur.

Şayet, kadının nasibi, vârislerin üzerinde ise (Şöyle ki: O vâris­ler, ya terekeyi inkâr ediyorlar veya: "Kadının hisse almasına mâni vardır." diyorlar.) o takdirde, bedeli aynı mecliste almaya hacet yok­tur. Ancak sulh bedelini almak gereklidir; başka değil...

Şayet kadın, dirhemlerden nasibini alamaz ise, bu sulh caiz ol­maz. Çünkü, arazi karşılıktan hâli kalmış olur.

Keza, eğer nasibinden az alırsa, yine sulh caiz olmaz. Çünkü arazi karşılıksız kalmış olur ve bu sulh caiz olmaz. îbrâsı da bâtıldır. ( = geçersizdir.)

Hâkim Ebû'1-Fadl: "Bu hâldeki anlaşmada bâtıldır. Zira kadın, hakkını alamamış veya hakkından.az almıştır." buyurmuştur.

Buna,   İmâm   Muhammed   (R.A.)'de   Sulh   Kilabı'nda   işaret buyurmuştur.

Şayet kadın, kocasının mîras olarak terk eylediği dirhemleri bil­mezse; sulh caiz olmaz. Çünkü bu sulh, iki cihetten fâsid; bir cihet-den de şahindir. İtibar ise, fâsid olduğu cihetedir.

Eğer dirhemlere karşılık, arazi veya dinarlarla anlaşma yapar­sa; işte bu —az olsa bile— caizdir. Çünkü, cinsi ayrı olunca, riba korkusu kalmaz.

Bu babda, bu bir çâredir.

Şayet tereke, dinarlar veya arazi ise, her hâlü kârda, dirhemler üzerine yapılan sulh caiz olur.

Eğer terekede hem dinarlar, hem dirhemler, hem de arazi var­sa, dirhemlere karşılık yapılan sulh caiz olmaz. Ancak sulh bedeli kadının hissesinden fazla olacak olursa, o zaman caiz olur. Alınan misli misline olur; artanı da arazinin karşılığı olmakla caiz olur.

Dirhemler ve dinarlara karşılık sulh yapılırsa; bu sulh her hâlde caiz olur. Zira cinsler muhteliftir.

Bu bir çâredir. Bedeli de aynı mecliste almak şartı koşulur.

Arazinin karşılığı olursa, aynı mecliste almak şartuyoktur. Bu üç imamımıza göre de böyledir. İmâm Züfer (R.A.)'e göre, doğru de­ğildir. Zira, O: "Bir cins, cinsinin hilafına sarf edilmez. İkrah mes'-elesinde tanındığı gibi..." buyurmuştur.

En güvenilir ve sağlam söz, "terekenin tamâmından, kadının nasibinin tamamı için sulh yapılır." Bunun için, terekeden hissesini bilmesi de şart değildir. Çünkü bu sulh, satış yoluyla câız olmuştur. Bu satışta da teslim şart değildir. Teslime ihtiyaç olmayınca da satı­cının ve alıcının, satılıp almanın miktarını bilmesi şart değildir.

Görülmüyor mu ki; bir adam, birisinden, bir şey gasbeylediğini veya birisinden bir emânet aldığını ikrar ettikten sonra, ikrar eden, ikrar olunandan o şeyi satın alsa; bu —her ikisi de gasbolunanın şe­yin miktarını bilmeseler bile— caizdir. Burda da böyledir.

Şayet tereke meçhul ise, (ne olduğu bilinmiyorsa) satışı ve satın alınışı caizdir.

Şeyhu'l-İmâm el-mürğînânî Zâhirü'd-dîn , Şürût Kitabinin Şerhı'nde: "Öl­çülen ve tartılan şeylerde sulh caiz değildir; ribâ ihtimâli vardır." buyurmuştur.

Fakıyh Ebû Cafer; sulh da caizdir. Zira, sulh bedelinin cinsi ayrı olabilir. Sulh bedeli, hissesinde az da olsa, çok dat)lsa buna iti­bar edilmez." buyurmuştur.

Şayet tereke, akar veya arazi yahut hayvan veya eşya ise ve bun­ların tamamı da'vâhnın elinde ise; da'vâcı da, onun miktarını bilmi­yorsa; tartılan ve ölçülen şey karşılığında anlaşma yapmaları caiz olur. Bunun benzeri; yukarıda geçmiştir.

İkinci Vecih: Terekede borç bulunması ve bu borcun da sulha dâhil olması hâli.

Şöyle ki: Anlaşmada, mal karşılığı aynı da, borcu da kadına ha­vale eyleseler (Yâni kadın başkasında olan alacağı alacak, buna mu­kabil terekeden hissesi diğer vârislere kalacak;) işte bu bâtıldır. Zira başkasının üzerinde olan alacak için anlaşma yapmak sahih olmaz.

Eğer anlaşmaya borç dâhil edilmezse, bu sulh (= anlaşma) sa­hih olur. Başkasmdaki alacakları da Yüce Allah'ın taksimi üzre, tak­sim edilir.

Sulhda borç istisna edilirse, sulh sahih olur.

Şayet, borcu da sulha dâhil etmek isterlerse; buna çâre:

Kadın, o borçluda olan hissesi kadar, vârislerden borç alır. Sonra da vârisleri ona havale eder; o da kabul ederse; o takdirde hem ala­cak, hem de diğer terekeye karşı anlaşma yaparlar. O takdirde, ala­cak da, diğer mallar da vârislerin olur. Kadın sulh bedelini alır. îşte bu sulh caizdir.

Şayet vârisler, kadının nasibini boçç vermekden kaçınırlarsa, bu­na çâre:

Vârisler veya onlardan birisi, kadına alacaktan hissesine mukabil, bir yerini satar. Sonra da anlaşma yaparlar ve kadın o satılan yerin bedeli için, borçluya havale edilir.

Şayet kadın, korkar da bunu kabul etmezse; o takdirde, vâris­ler, kadına müracaat ederek, sattıkları yeri geri alırlar.

Hişam Müntekâ'da ve Nevâdir'inde şöyle buyurmuşur: "İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a şöyle dedim:

—Bir adam, kölesini, diğer bir adama, "bir sene hizmet etmek üzere" vasiyet eylese ve kendisi de ölse; vârisler de, kendisine vasi­yet edilen şahıstan bu köleyi satın almak isteseler; buna ne deriz? İmâm şöyle buyurdu;

—Caiz olmaz. Zira, vasiyet mîras olmaz. Şefi'in hakkının mî-ras olmadığı gibi...

Vârisin, kendisine vasiyet edilen şahıstan, vasiyet edilen şeyi sa­tın alması caiz olmuyor; buna çâre nedir?

Çâre: Vâris, o hususta, kendisine vasiyet edilen zat ile —belirli dirhemler karşılığında— anlaşma yapar. O zaman hizmet hakkı ib-tâl olmuş olur. Ve o köle, varislerin malı olur. Bu sulh da caiz olur.

Uygun olanı ise, bu sulhun caiz olmamasıdır. Çünkü bu sulh, kendisine vasiyet edilen şahsın hakkının cinsinden değil, başka bir cinsle yapılmıştır. Halbuki, sulh, hakkın cinsinin hilafına yapıldığı zaman, karşılık ve mülküyete itibar edilir. Bu sulhta ise, itibar teaz-zür eylemiştir. Çünkü kendisine vasiyet edilen şahıs, o kölenin hiz­metine sahiptir; mülkten karşılığı yoktur; onun mülküyetine mâlik değildir; bir müsteîr gibidir... Bundan dolayı cevab: Sulh, itibar gör­mediği zaman her yönden sakıt olur. Muhıyt'te de böyledir. [38]

 

24- REHİN İŞLEMİ İLE İLGİLİ SERİ ÇÂRELER
 

Bir adam, evini veya taksimi kabil olmayan bir yerini, rehin koymak istese; bu, bize göre caiz olmaz. Mes'ele ma'ruftur.

Rehin bırakmak isteyen şahıs buna bir çâre arasa; çâre:

Evinin veya o yerinin yarısını —müşteri üç gün muhayyer ol­mak üzere— satar. Ve müşteri böylece borçlanır. Teslim tesellüm ya­parlar. Sonra da müşteri satış akdini bozar. Ve o satılan yer,bedele mukabil, müşterinin elinde rehin olarak kalır.

Eğer zayi olursa; bedel karşılığı zayi olmuş olur.

Eğer bir kusur zuhur ederse, bedelden o kadar gider.

Bunu Hassâf, zikr eylem iştir.

Müşteri muhayyer olunca, satışı bozduktan sonra, kıymetini .değil de parasını tazmin eder.

İmâm Muhammed (R.A.)'de, Cami Kitâbı'nın Büyü' Bölümü'nde böyle buyurmuştur.

Fakat muhayyerlik şartı satıcıya ait olursa; o zaman, fesinden sonra müşteri parasını değil de evin kıymetini tazmin eder. Görme muhayyerliğinde, red ve feshten önce olduğu gibi..

Aybı sebebiyle red, hakimin hükmüyle olur.

Bu mesele, çareler bahsinde şöyle zikredilmiştir.

Borç almak isteyen şahsa, borç veren kimse, evin yarısını—Bir ay veya daha fazla muhayyer olmak şartıyla satar. Borçlu malını ve­rirse, aralarında satış feshedilir.

Şayet vermezse, muhayyerlik batıl olur ve satış geçerlidir. Büyü kitabı'nda bu mesele bildirilmiştir.

Fakat, bu çâre İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, pek geçerli de­ğildir. Zira, muhayyerlik üç günden fazla görülmüş değildir.

Keza, eğer muhayyerlik satıcıya âit olur; teslim tesellümden sonra d.a satışı fesh ederse; cevap aynıdır.

Satılan şey, müşterinin tazminatı altındadır. Zayi olur veya ku-surlanirsa, o nisbette alacağından düşülür. Eğer borç onun kıymeti kadarsa, fazlası geri iade edilir.

Bir adam, birinden bir rehin almak ve ondan da faydalan­mak istese (rehinin bir arazi olup, onu ekmesi; veya bir ev olup, on­da oturması gibi...) buna çâre: O yeri rehin olarak alıp, teslim de alır. Sonra da rehin alan zat, o yeri rehin verenden ariyet olarak is­ter. O da buna razı olur ve ariyet olarak verirse, ariyet alanın o yer­den faydalanması helâl ve temiz olur. Ariyet, rehni kaldırmaz. Fa­kat, mürtehine fayda sağlar. Hatta, o şey zayi olsa; borç sakıt ol­maz. (= düşmez.) İntifadan fariğ olunca, (faydalanılması bitince) yine rehne dönüşür.

İcâre bunun hilafınadır. Şayet rehne, icâre akdi yapılırsa, rehin işlemi bâtıl olur. Bu mes'ele ma'ruftur.

Hassâf şöyle buyurmuştur: Evden intifayı (faydalanmayı) bırakın­ca; o da rehne dönüşür.

İntifayı terk edince rehne dönüştüğü Mebsût'ta da yazılıdır. Ora­da: "İntifa bırakılınca, rehinlik avdet eder." denilmiştir. Bu, Meb-sut'da açıktır.

Rehin bırakılan şey, bir ev ise, rehin alan şahıs, onu, rehin ve­renden ariyet olarak ister ve oraya eşyalarını nakleder.

Sonra da, orada oturmayı terkedince, o ev tekrar rehin olmuş olur. Her ne kadar, evden fariğ olmasa bile yine rehin rehindir.

Hassâf ise, feragati şart koşmuştur.

Uygun olanı da Hassâf'm görüşüdür.

Bir adamın elinde, bir rehin bulunduğunda, rehin veren kaybolur; rehin alan şahıs da, o şeyin rehin olduğunu, hâkime tesbit ettir­mek böylece, tescil edilerek rehin hükmünün câri olmasını isterse; buna çâre:

Rehin alan şahıs, garip bir adama: "rehin olan o şeyin, kendi malı olduğunu iddia etmesini" söyler ve mürtehin, bu vesile ile hâ­kime çıkar ve "o şeyin rehin olduğunu" hâkimin huzurunda isbat eder. Böylece hâkim, onun rehin olduğnu duymuş olur ve garibin da'vasını reddile, "o şeyin, rehin olarak mürtehinin yanında kalmasına" hükmeder.

Bu da Hassâf in nassıdır. Râhine karşı beyyine eğer râhin ğaib ise makbuldür.

İmâm Muhammet) (R.A.)'de böyle buyurmuştur.

Rehin Kitabı'nm ba'zı yerlerinde de: "Râhinin beyyineyi duyma­sı şarttır." denilmiştir.

Âlimler bu hususta görüş ayrılığı içindedirler:

Ba'zılan: "Bu mes'ele rehin kitabında galat olarak yazılmıştır. buyurmuşlardır.

Sahih olanı, beyyinenin kabulüdür. Bunu râhinin duyması şart değildir... Mal elinde bulunan şahsın: "Bu,.filan tarafından emâ­nettir, (veya müdârabe malıdır. Yahut gasbdir veya icâredir.)" de­mesi gibi...

Bazı Âlimler de: Bu mes'elede iki rivayet vardır: Bu rivayetle­rin birisinde "bu beyyine kabul edilir." denilmiştir. Çünkü rehin bı­rakılınca muhafazası gerekir. Ve rehinin, râhine âit olduğunun tes-biti —icabında da'va konusu olacağı için— gerekir. Emânet ve ben­zerleri gibi...

Diğer bir rivayette ise, rehinin ğâibe karşı isbatı için beyyine kabul edilmez.

Şemsu'l-Eimme es-Serahs, bu görüşe meyleylemiştir. Sahib-i yed için, husûmeti defden dolayı, rehni isbata hacet yoktur. Onun elinde emâ­net olmasını beyyinelediği gibi... Gerçekten Siyer-i Kebîr'de bunun gi­bi cevap verilmiştir. Esir edildiği zaman rehin olan köle, ganimet olursa; o taksim edilmeden de, onu rehin alan, onu buluverse ve onun rehin olduğunu da belgelese (= İsbat eylese), onu alabilir. Bu du­rumda başka bir şeye ihtiyaç kalmaz. Çünkü esir edildiği zaman onun yanında rehin olarak bulunuyordu. Bu, beyyine olarak kâfi gelir.

Şayet rehnin helaki ile borcun ibtal olmamasını isterse, alacağı­na bedel köleyi satın alır; onu da teslim almaz. Eğer köle ölürse, ala­cağı ibtal olmaz.

Şayet borçlu ölürse, alacaklı o köleye, —başkalarından— daha çok hak sahibi olur.

Şayet borçlu, sağlığında borcunu öderse, satışı ikâle eder. Eğer malını müdârabe malı olarak verirse kârına ortak olurlar. . Mal sahibi, diğerine borç olarak verir. Ancak dirhemlerden bir kıs­mını istisna eder; sonra da o dirhemlerin kârına ve diğerinin çalış-. masına karşılıklı olara-k ortak olurlar. Şartlarına göre ortaklıkları caiz

olur.

En doğrusunu bilen Yüce Allah'tır. Tatarhâniyye'de de böyledir. [39]

 

25- MÜZÂRAA İŞLEMİ İLE İLGİLİ ŞER'İ ÇARELER
 

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, fâsid olup da, İmâmeyn'e göre fâsid olmayan ziraî ortaklığın, hepsinin yanında da caiz olması için, Hassâf, şu çâreyi göstermiştir: Durumu hâkime çıkarırlar; o, bu ziraî ortaklığın cevazına hükmedince, bütün âlimlerce, bu ortaklık caiz olur.

Bu hususta diğer bir çâre: Bu ortaklardan ikisinin ikrarları da yazılır. Şöyle ki: "Yer filânındır. O yerin sahibi, odur. Bu yer, filan adanıın elinde zirâat için bulunmakdadır. O, bu yerde şu ka­dar sene zirâat yapacaktır. Yazlık ve kışlık gelirinden, tohumu ve nafakası sebebiyle Yüce Allah'ın vereceği rızkı, şartları gereğince ara­larında taksim edeceklerdir. Böylece ikrarları yazılınca, bu ikrarları ikisine karşı da geçerli olur. Çıkan mahsûlü, aralarında akidlerine (= sözleşmelerine) göre taksim ederler.

Bu çareyi, Şeyhu'l-İmâm Şemsii'l-Eimme Halvânî bulmuştur.

Hassâf da böyle söylemiştir.

Onları önce zikreyledik. Mes'eleyi hâkime çıkarırlar. Hâkim, ziraatın cevazına hükmeder. O takdirde caiz olur.

Kadı İmâm Ebû Alî en-Nesefî, şöyle buyurmuştur:

Bazı âlimlerimiz, bu husustaki ictihadda hâkimin hükmünün ce­vazına meyleylediler ve: "Hâkimin hükmü gerektir. Talâk mes'elesi de böyledir. buyurdular.

Şemsü'l-Eimme el-Halvânî: Mezhebde sahih olan hâkimin hükmü­nün cevazıdır." buyurdu.

Buna karşı delil, Sulh Kitabı'nın muhtelif yerlerinde mevcuttur, ki hâkimim hükmü, her yerde geçerlidir.

Şayet müzâraada şart koşarlar ve tohum sahibi, çıkan mahsûl­den tohumu çıkarır; kalanı aralarında taksim ederlerse, işte bu fa-siddir. Çünkü bu şart, ortaklığı keser ve zirâatın fesadını gerektirir. Buna çâre:

Tohum sahibi, o yerin emsalinden ne kadar mahsûl çıkacağına bakar... Şayet, tohumu çıkacak mahsûlün üçte biri kadarsa; üçte bir, onda biri kadarsa, onda bir; fazla almayı şart koşarsa; işte bu caiz olur.

Kudûrî'de ise: "Bir adam, diğerine çıkanın yarısını almak üzere, ekmesi için tohum verse; bu müzâraa da fasiddir. Ancak, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'tan, bunun hilafsız caiz olması hususunda şöyle bir ri­vayet vardır.

Tarla sahibi, tohum sahibinden, tohumun yarısını satın alır; to­hum sahibi de onun bedelinden vaz geçer. Sonra da tohum sahibi, tarla sahibine: "Tarlana tohumun tamamını ek; çıkanın yarısı sana, yarısı bana." derse; bu, ihtilafsız caiz olur. Zehiyre'de de böyledir. [40]

 

26- VASİYET İŞLEMİ İLE İLGİLİ SERİ ÇARELER
 

Bir adam, Kûfe'de olan malına birini vasî tayin eder; baş­ka bir adamı da Şam'da olan malına vasî yapar; bir başkasını da Bağ-dad'da bulunan malına vasî kılarsa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.), bu hu­susta, şöyle buyurmuştur:

Bu vasilerin hepsi de ölen zatın Küfe, Şam ve Bağdad'da bulu­nan mallarına vasidirler ve vasilikleri sahihtir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ise: "Bunların her biri, ancak tâyin edil­dikleri yerin vasisidirler." buyurmuştur. İmâm Muhammed (R.A.)'de muztaribdir. Hulâsa, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, vasiyetler tahsis kabul eylemezler; yani nev'-i vahide, mekân-i vahide, zamân-i vahide mün­hasır değildir. Belki de bütün nevî ve mekânlara aittirler.

İmâm Ebû Yûsuf (R.Â.)'a göre, mekân ve nev'e münhasırdırlar. İmâm Muhammed (R.A.) ise muztaribdir. Şeyhu'1-İmâm Şemsü'l-Eimme el-Halvânî, Hassâf in Hıyel Şerhı'nde üç İmamın kavlini de zikreylemiştir. İmâm Muhammed (R.A.), vasiyetin mekâna tahsisi üzerinde durmuş; sonra da, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavline göre, "vasilerin tek başlarına değil de hepsinin bir tasarruf-da bulunacaklarını" söylemiş ve "Her ne kadar, vasiyetler mütefer­rik ise de, yapacakları tasarrufâtta müşterek olmaları gereklidir." buyurmuştur.

Onlardan her biri, terekenin tamamında tasarrufa yetkili olmak isterse; buna çâre:

Vasiyet eden zat, onların tamamını terekesinin tamamında vasî kılar ve her birinin tasarrufunu geçerli kabul eylerse; bu takdirde, bi'1-ittifak her biri tasarrufa —tek başına da olsa— yetkili olurlar. Mûsînin şartı muteberdir.

Şayet vasiyet eden zat, o vasilerden her birinin, hasseten kendi­sine vasiyet edileni yapmasını murad eder ve diğerine karışmaması­nı isterse; buna çâre:

Vasî: "Filânı, hasseten BağdadMa olan malıma vasî kılıyorum; diğer yerlerdekilere değil. Filanı da Şam'daki malıma vasî kılıyorum; başkayerlerdekine değil..." der. Bunu böyle söyleyince, onların her biri, ancak vasî kılındıkları yerdeki mala yetkili olurlar; başka yerde olana, bi'1-ittifak yetkileri olmazlar. Vasiyet edenin şartı itibara alı­nır. Şeyhu'1-İmâm Şemsü'l-Eimme el-Halvânî, şöyle buyurmuştur: Bu çâ­reye iyi bakmak gerekir. Çünkü, "filana vasiyet eyledim." sözü umû­mîdir. Onun, umûmî olarak vasiliğe velayetinin sübûtunu ifâde eder. Sonra da Bağdad'daki malına tahsis etmesi, hususilikten men olur. Umûma izin olunca, husustan men'e itibar olmaz.

Bir efendi kölesine ticâret için, umumî izin verdikten sonra, onu, bir kısım ticarî işlerden men eylese; o men'i, sahih olmaz, Burada da böyledir.

Uygun olanı, —husûsi olması değil de— umûmi olmasıdır.

îkinci meselede âlimler mütereddiddirler:

Bir adam, birine vasiyet ederek, onu insanlar üzerinde olan ala­cağını almaya kayyım eylese de, insanların kendi üzerinde olana kay­yım eylemese; bazı âlimler: "bu sahihtir." buyurmuşlar; ekserisi ise: "Sahih değildir. O, tamamına vasidir." demişlerdir.

Bir adam, diğerine vasiyet ettiğinde, o, bu vasiyeti kabul eyle­mese ve başka birini vasî kılsa; işte bu bize göre caizdir. Çünkü vasi­yet vekâlet gibidir. Nasıl ki vekil, bir başkasını vekil yaparsa, vasî de bir başkasını vasî yapabilir; bu caizdir.

Ancak vekil, tâyin eylediği vekili, müvekkilinin haberi olmadan az edemez Vasi ise, azl edebilir. Aradaki fark budur. Ve yerini ta r,f edilmiştir. Zehıyre'de de böyledir. [41]

 

27- HASTANIN İKRARI İLE İLGİLİ SERİ ÇARELER
 

Hassâf, şöyle buyurmuştur:

Hasta bir şahsın, vârislerinden bir kısmına borcu olur ve bu bor­cunu ikrar eylemek isterse; âlimlerimize göre, bir hastanın, vârisle­rinden bir kısmına borçlu olduğunu ikrar etmesi sahih değildir. Bu­na çare şudur:

Bütün âlimlerimize göre, bu durumda hasta olan zat, güvenilir bir yabancıya borç ikrarında bulunur ve o yabancıya: "Onu alıp, o vârise vermesini" söyler.

Eğer yabancı: "Ben, Hâkimin bana yemin vermesinden ve "bu borç, ölenin üzerinde senin midir?" demesinden korkuyorum. Be­nim de yemin etmem caiz olmaz" derse; buna çâre:

Hasta olan zat, o yabancıya "kendi namma, alacaklı olan vâri­se, bir malım satmasını" söyler. O da öyle yapar. Hâkim yemin ve­recek olursa; yabancının, "hastada alacağının olduğuna dair" ye­min etmesi sahih olur.

"Bir hastanın ölümü yaklaşınca, borcunu ikrar etmesinin sahih olduğunu" zannediyoruz. Alacaklıya da yemin vermek gerekmez. Ye­minsiz olarak, onun hakkı verilir. Çünkü, Mebsût da bir çok yerde, şöyle denilmiştir: Hasta, alacaklılarına borcunu söyleyince, yemin­siz olarak onların alacakları, onlara verilir.

Yemin şart değildir.

Hassâf ise: "Yemin edilir." buyurmuştur, ve Yabancı, vârise bir şey satamazsa, bu duruma çâre Hassâf a göre:

Vâris, o yabancıya kendi malından bir mal bağışlar. Sonra da, o yabancı, onu kabul eyledikten sonra,—beyan eylediğimiz gibi— vârise borç mukabili satış yapar. [42]

 

Vasiyette Çare İle İlgili Diğer Bir Örnek
 

Vâris, hastada olan alacağının kıymeti kadar bir mal veya eşya getirir. Bir cemaatın huzurunda, o malı, o hastaya şu şu kadara satar ve onu hastaya teslim eder. Bir cemaat buna şahit olurlar. İşte o malın bedeli, hastada, vârisin beyyineli (şahitli) alacağı olur.

Sonra da hasta, o malı, bir adama hîbe eder. Kendisine bağış yapılan da, o malı, vârise bağışlar ve vârisin malı, kendisine aynen dönmüş olur. Ve onuri bedeli, (isbatlı şahitli,) hastada, onun alacağı olur. İşte böylece, vâris alacağını, hastadan —bir yabancı gibi— a.U mış olur.

Âlimler: "Bu çâre güzeldir." dediler.

Ancak bunda bir nevi şüphe vardır. Çünkü borç tekerrür edi­yor. Zira, daha önceki borç, hastanın üzerine satış yapılmadan önce vacip idi. Bir de satış yapılınca borç iki kat oldu. Bu durumda vâris, ancak ikinci alacağını almış olur; birincisi kalır. O borç terekede borç olarak kalınca da, vârislere — o borcu ödemeden— heiâl olmaz. Bu çare, kurtarıcı bir çâre olmaz.

Hassâf, bu çâreyi zahire göre yapmıştır.

Sonra, Hassâf, birinci çârede, "varis, hastaya satış yapar." bu­yurmuştur. Bu satış, hilafsız sahih olur.

Şeyhu'l-İslâm, Müzâraat Kitabının Şerfu'nde ve Hastanın Müzarâatı ba­bında böylece zikreylemiştir.

Fetâvâyi Suğra'da ise, alış verişin tamamının hilafı zikredilmiştir ve büyük ve izinli kölenin efendisine karşı olan ikrarı babı üzerine havale edilmiştir.

Bu mes'elede başka bir çâre:

Bu çâreyi de Hassâf söylememiştir:

Bu işi hâkime çıkarıp, vârisin alacağını hâkimin huzurunda ik­rar etmesi ve alacağının "sahih bir alacak" olduğunu söylemesi ge­rekir. Çünkü, bu mes'ele âlimler arasında ihtilaflıdır.

Bize göre hastanın vârislere borç ikrarı caiz değildir.

İmâm Şâfl (R.A.): "caizdir." buyurmuştur.

Şayet hâkim hükmederse, bu ihtilaf da ortadan kalkmış olur.

Bir adam, küçük kızına bir eşya veya bir ziynet eşyası yahut benzeri bîr şey vermek ister ve veremeden hastalanır; vârislerinin de onu vereceğinden emin olmazsa; o menkûlatı, güvenilir bir adama verir ve "onun, küçük kızına verilmesini," ona vasiyet eder. Ve o eşyayı, "kız büyüyene kadar korumasını" söyleyip," o büyüyünce, ona teslim etmesini" vasiyet eder.

Fakat vereceği şey, bilinen bir ev veya bir yer olur ve onu hasta­lığında verme imkânı bulamazsa; uygun olanı, gizlice, bir malım, gü­venilir birine vererek, ona: "Bu mal, kızım filânenindir. Bununla, benden şu akarı, onun için satın al." der ve şahitlerin huzurunda, o akan, o adama satar. Adam da, onu satın alırken: "Ben, bunu, bu kız için satın alıyorum." demez; aynı şekilde, satıcı olan hasta da "Ben, bunu kızım için satıyorum." demez. Bu durumda, o kız büyüyünce, müşteri, o yeri, o kıza verir.

Âlimler bu hususta ihtilaf eylediler.

Bir adam, küçük kızı için cehiz hazırladığı hâlde, onu, birkim-seye teslim edemeden hastalansa; ona gizlice bir adama vererek, "kızı için muhafaza etmesini" isteyerek söylediğimiz gibi yapsa, o ada­mın, onu alması helâl olur mu?

Âlimlerin çoğunluğu: "Helâl olmaz." dediler. Çünkü hâkim, küçüğün babasını, "bu mal küçüğündür." sözünü doğrulamaz. Onun gibi, bu adamı da tasdik etmez. Onun bu malı almaya yetkisi yok­tur. Zira, bu durumda diğer vârislerin haklan zayi oluyor.

Yalnız Hassâf, buyurmuştur.

Eğer o yabancı, yemin etmekten korkarsa; Mebsut'da bildirildi­ği üzere, hasta, bir yabancıdan borç alır. Sonra, onu küçük kızına bağış yapar. Sonra da onu bir başkasına vererek, kızı için bir yer satın aldırır. Bu durum caiz olur. Adam da yemin etse, bir şey ol­maz. Çünkü sözleşme o dirhemlere taalluk etmiyor; belki de zim­mette olan alacağa taalluk ediyor. Böylece yemininde hânis olmaz. ŞeyhıTI-İmâra Şenısii'l-Eimme el-Halvânî , şöyle buyurmuştur: Bu çâre, İmâmeyn'in sözlerine göre şahindir. Fakat, İmâm Ebâ Ha-nîfe (R.A.)'ye göre, hastanın; vârisine de, vârisinin vekilini de bir şey satması sahih değildir.

Bir adamın yanında, vârisin evi veya bir yeri bulunur ve onu ikrar edince, vârislerin kabul etmeyeceğinden korkarsa; buna' çâre: Bir yabancıya: "Bu ev (veya bu yer) senindir." der. O da: "Hayır benim değil; filan vârisindir." der. Hastanın bir karısı veya başka bir vârisi olur ve onun da bu hastada alacağı bulunur; hasta ise, onu ikrar edince, bu ikrarının caiz olmayacağından korkarsa; buna çâre: Alacaklı güvenilir kişileri hastanın yanına —şahit olarak— ge­tirir. Hasta, onların huzurunda "Filan vârisinin vekili olduğunu, bu vârislerden yüz dinar almasını söylediğini" ikrar eder. O vekil de, "o adamdan yüz dinar —hastanın vârisi için— aldığım" söyler. Sonra da vekil, vekâletini inkâr eder. O vâris de, o adama müracâatta bu­lunur. O da hastaya müracaat eder. Böylelikle, alacaklının alacağı alınmış olur.

Şayet vekil olacak zat, yeminden korkarsa, —önce vasfeyledi-ğimiz gibi— satış muamelesi yapılır. Muhıyt'te de böyledir. [43]

 

28- ŞAKALAŞMAK VEYA BİR KELİMEYİ DEĞİŞİK ANLAMDA KULLANMAK
 

Doğru Şaka

Yalandan taharruz (= kaçınmak) için, muarızın kullanaca­ğını bilmekte bir beis yoktur ve bu gereklidir.

Hz. Ömer (R.A.)'den gelen rivayette muarızın sözüne karşı iki yol ruhsatı vardır:

Birisi: Bir kelime söyleyip onunla zahirinden başka bir mânayı murad eylemekdir. Ancak, bu sözün, doğruya ihtimâli olması gereklidir.

Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Cennete yaşlı (ihtiyar) olan giremez."

Yaşlı bir kadın bunu duyunca, ağlamaya başlamış; bunun üze­rine, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, o sözünü açıklayarak, şöyle buyurmuştur:

Cennet ehli, cennete girerken sakalsız (= kılsız) genç ve sürme-lenmiş olarak girecekler." Görüldüğü gibi, Peygamber (S.A.V.) Efen­dimiz, burada bir söz söyledi ve onunla başka şey kasdeyledi. An­cak, o sözün doğruluğu vardır ve "yaşlı cennete girmeyecek" demek; "(hiç bir kimse yaşlı olarak cennete girmeyecek." demektir.

İkinci yol: Sözü, istisna menzilinde olan ve kendisi ile azimet mey­dana çıkan bir illetle kayıtlamak.

Allahu Teâlâ, Kur'ân'ında, iddet bekleyen bir kadına karşı, nasıl konuşulacağını ta'lim buyurmuş ve ona sarih sözîe, nikah talebinde bulunmak helâl olmadığı hâlde; kinayeli olarak: "Sen güzelsin, se­nin benzerin bana elverişli eş olur. Yüce Allah'ın dilediği olur." gibi bir söz söylenmesi caizdir.

(= Kocası ölen kadınları, iddetleri sona erdikten sonra nikâh-lamaya niyet ettiğiniz takdirde; daha iddeti dolmadan, onlara talip olduğunuzu işaret etmenizde veya böyle bir arzuyu gönüllerinizde sak­lamanızda bir beis yoktur." buyurmuş ve sonra da: buyurmuştur.

(= Yalnız onlarla gizlice anlaşıp nikâh ve münâsebet kurmayınız. Ancak meşru olanı söyleyiniz. Takdir edilen iddet sona ermeden ön­ce nikâh akdine azmetmeyiniz.)

İbrahim (en-Nehâî), evine istirahat için girince, hizmetçisine: "Bir şahıs bana gelmek için izin isterse, sen olduğun yeri kasdederek "Şeyh burda yoktur." de." derdi.

Yine aynı zat, eve girdiği zaman, atma veya bir yastığa yahut başka bir şeye biner; sonra da hizmetçisine: "Eve girmek isteyene, 'Şeyh bineğine bindi.' de." derdi.

Bunu duyan da onun hakikaten bineğine binip, bir ihtiyacı için gittiğini zannederek dönüp giderdi.

Yine aynı zat, kendisinden bir şey isteyen şahsa, —onu vermek istemeyince,— elini yere koyarak: "İstediğin burda yoktur." derdi. Karşıdaki adam da, istediğinin olmadığın sanarak, kalkar giderdi.

En doğrusunu ancak Allahu Teâlâ bilir. Zehıyre'de de böyledir. [44]

 

29- SERİ ÇÂRELERLE İLGİLİ ÇEŞİTLİ MESELELER
 

Bir adam, öldükten sonra kazaya kalan namazları için ta-saddukta bulunmak ister ve vârislerinin bu vasiyetini yerine getir­meyeceğinden korkarsa; malının üçte birini vasiyet eder.

Bu, zat, onun, o üçte birin haricinde olmasını murad ederse; buna çâre:

Sağlığında ve sıhhatli hâlinde, güvenilir bir adama, emlakinden bir şey satar ve ona, onu teslim eder; bedelini de ibra eder. Bu müş­teri, o adam Öldükten sonra, o şeyin bedelini tasadduk eylesin diye böyle yapar. Ve inşallah bu caiz olur.

Şayet o adamın öyle yapmasından korkar ve kendi yanında bı­rakıp onu tasadduk etmeyeceği kanaatinde olursa; buna çâre:

O adama, o yeri, basit kusurlu ve kapalı bir şey mukabili satar. O kusuru da vasisine gösterir ve "Şayet o yerin bedelini satıp tasad­duk etmeyecek olursa, bedelin kusuru sebebiyle, o yeri geri al." der.

Zira, kusur, muhayyerliği, öldükten sonra da geçerlidir. Görme muhayyerliği ise, geçerli değildir. Böylece hareket câizir.

Vasî terekeyi taksim etmek ister; vârislerin de tamamı küçük olur­lar ve bu yüzden taksim caiz olmazsa, (içlerinde hiçbir büyük vâris bulunmazsa) Buna çâre:

Eğer küçükler iki tane iseler, vasî onlardan birinin hissesini tak-simsiz olarak bir adama satar. Sonra da o sattığı adamla, diğer küçüğün hissesini taksim eder. Sonra da, sattığı hisseyi geri satın alır. Böylelikle hisseleri hem taksim edilmiş, hem de belirlenmiş olur. Ve bu taksim, —ikisinin arasında— caiz olur.

Başka çâre: İkisinin hissesini de bir adama satar; sonra da tak­sim edilmiş olarak, her birinin hissesini geri satın alır.

Hasta bir adam: "Malımın üçte birinden, benim için bir hac yapın." der; veya "bir" demeyip "hac yapın." der; vaside, bir adama hac için gidiş—geliş vesair masraf için, hac parasını verirse; adam onu harcar; artan olursa, onu da tekrar vasiye iade eder.

Şayet Ölen zat, "kalanın me'mura âit olmasını" vasiyet ederse; artan paranın me'murun olması caiz olur.

Eğer haccı kimin yapacağını açiklamamışsa, bu vasiyet bâtıl olur. Buna çâre:

Vasiyet eden şahıs, vâsiye: "Nafakadan artanı, istediğine ver." der; vasî de, artanı hac yapan me'mura verirse; bu caiz olur. bu, ay­nen, vasiyet eden şahsın, vasiye: "Malımın üçte birini istediğine ver." demesi gibi olur.

Hac için me'mur olan şahsın, kendi nefsi için yaptığı harcama, kaçınılması mümkün olmayacak şekilde ise, istihsânen tazminat ge­rekmez. Kıyâsen ise tazminat gerekir. Meğer ki, kendisine izin veril­miş ola... O takdirde, nefsi için sarfettikleri de caiz olur. Muhiyt'te de böyledir.

En doğrusunu bilen Yüce Allah'dır. [45]

 

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/279.

[2] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/280-282.

[3] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/283-285.

[4] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/285.

[5] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/285-286.

[6] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/286.

[7] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/287.

[8] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/288.

[9] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/289-294.

[10] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/295.

[11] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/295.

[12] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/295-296.

[13] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/296-298.

[14] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/299-300.

[15] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/300.

[16] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/301.

[17] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/301-302.

[18] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/302-304.

[19] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/304-305.

[20] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/305-306.

[21] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/306-307.

[22] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/307-308.

[23] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/308-309.

[24] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/310-314.

[25] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/315-316.

[26] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/316-319.

[27] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/320-322.

[28] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/322-324.

[29] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/325-326.

[30] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/326-328.

[31] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/329-332.

[32] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/333-340.

[33] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/341-342.

[34] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/343-348.

[35] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/349-353.

[36] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/354.

[37] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/355-356.

[38] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/357-363.

[39] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/364-367.

[40] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/368-369.

[41] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/370-372.

[42] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/373-374.

[43] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/374-376.

[44] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/377-378.

[45] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 14/379-380.