Emanet ve Ehliyet

KAZÂ'NIN (MAHKEMENİN-YARGI FAALİYETLERİNİN) ÖNEMİ

1815 Bilindiği gibi İslâm dininin temel hedefi; insanların can, mal, nesil, akıl ve din emniyetlerini sağlamak, hürriyetlerini muhafaza etmek ve zulmü ortadan kaldırmaktır. Bunun gerçekleşebilmesi ve nizamın sağlanması için Kazâ'nın (Mahkeme, Yargı faaliyetlerinin) sıhhatli olması zarûridir. Hanefi Fûkahası: "Kazâ, muhkem bir farzdır"(75) hükmünde ittifak etmiştir. Hak ve hürriyetler ihtilaf konusu haline gelince; İslâm'ın o husustaki hükmünün açıklanması zarûri olur. Dürri'l Muhtar'da: "Kazâ lugatta hükmetmek, hüküm vermek manasınadır" denilmiştir. İbn-i Abidin bu metni şerhederken, kazâ kelimesinin bunun dışında: "Bir işi bitirmek, edâ etmek, ihtiyacı gidermek, yaratmak, hayatın sona ermesi ve takdir etmek" gibi manalara da geldiğine işâret etmektedir.(76) İslâmi Istılah'ta "Belli (Hususi) bir metodla; husûmetlerin (düşmanlıkların, ihtilafların) ortadan kaldırılması ve anlaşamayan kimselerin arasının bulunmasına kazâ denir"(77) tarifi esas alınmıştır. Bunun dışında: "Dünyevî mesâlihi temin bakımından kendisinde çoğu zaman ihtilaf vuku bulan birbirine yakın ictihadi meselelerde bağlayıcı bir hüküm tesisidir" şeklinde de tarif edilmiştir. Feteva-ı Hindiyye'de: "Ammenin (ümmetin) velâyetini üzerinde bulunduran şahıstan sudur eden ve uyulması lâzım gelen hükme kazâ denir. Hızânetü'l Müftin'de de böyledir"(78) denilmektedir.

 1816 Resûl-i Ekrem (sav)'in ilk dönemlerde; adlî, idarî, icraî, askerî ve siyâsî işleri bizzat kendisinin yürüttüğü bilinmektedir. Bu arada Sahabe-i Kiram'ı bizzat yanında eğitmiş, cihad sonucu elde edilen beldelere "Kadı" tayini yapmıştır. Meselâ: Resûlullah (sav) bir davada hüküm verme hususunda Hz. Amr b. As (ra)'ı görevlendirmiştir. Hz. Amr b. As; ihtilâfın çözümüne memur edilince: "Ey Allah'ın Resûlü!.. Senin yanında ve huzurunda mı davacılar arasındaki ihtilâfa bakmam gerekiyor?" diyerek işin güçlüğünü ihsas ettirir. Resûl-i Ekrem (sav) "-Evet benim huzurumda davaya bakacaksın" buyurur. Hz. Amr b. As (ra): "-Yâ Resûlallah!.. Hangi esas üzerine hüküm vereceğim?" diyerek, dava usûlünün mahiyetini öğrenmeye çalışır.(79) Bunun gibi bir-çok misâl zikretmek mümkündür. Resûl-i Ekrem (sav)'in tâyin ettiği ilk kadı Hz. Ali (ra)'dir ve Yemen'e gönderilmiştir.(80) Hz. Ali (ra) kazâ mesûliyetinin ağırlığını düşünerek: "-Ey Allah'ın Resûlü!.. Beni Yemen Vilâyetine kadı olarak gönderiyorsun. Oysa ben bu vazife için çok genç ve tecrübesiz sayılırım" diyerek ma'zeret beyan etme ihtiyacını duyar. Resûl-i Ekrem (sav) bunun üzerine: "-Allah'ım!.. Sen Ali'yi sırat-ı müstakiym'de yürüt ve onun dilini hak üzere sâbit kıl" diyerek duâ buyurur. Hz. Ali (ra) bu duânın bereketiyle ilgili olarak "-Nefsim yed-i kudretinde bulunduran Allahû Teâla (cc)'ya andolsun ki; artık o günden sonra iki kişi arasında hükmettiğim zaman aslâ şüpheye düşmedim" demiştir.(81) Resûl-i Ekrem (sav) Hz. Ali (ra)'den sonra Hz. Muaz b. Cebel'i Yemen'e kadı olarak göndermiştir.(82) Hz. Attab b. Esed'in, Hz. Ömer'in, İbn-i Mesû'd ve Zeyd b. Sabit'in (r.anhum) Resûl-i Ekrem (sav)'in tâyin ettiği kadılar arasında yer aldığı bilinmektedir. Necran Hristiyanlarının müracaatı üzerine; Ebû Ubeyde b. Cerrah'ı (ra) onlara kadı olarak göndermiştir. İmam-ı Serahsi (rha) ilk dönemlerde kadıların; (fetva verdikleri için) müfti olarak da isimlendirildiğini kaydetmektedir.(83)

 1817 Ukûbat'lar bahsinde; Resûl-i Ekrem (sav)'in cezâları bizzat tatbik ettiğini ve bu hususta tâkip edilecek usûlü belirlediğini izah etmiştik.(84)

 1818 Müslümanların azınlıkta olduğu veya gayr-i müslimlerin galip bulundukları ülke'de; müslümanlar nasıl hareket edeceklerdir? Zirâ küfre rızâ gösterme ve küfür ahkâmına tâbi olma hakları yoktur. Bu hususta farklı rivâyetler vardır. İbni Abidin: "Fetih'te bu konuda şöyle denilmektedir: Eğer görev verecek sultan (Ulû'lemr) yoksa veya kendisinden görev alınacak bir yetkili bulunmazsa -ki bazı müslümanların yaşadığı bölgelerde olduğu gibi- o bölgelerde gayr-i müslimler hâkim olmuşlar, müslümanlar bir bakıma azınlıkta kalmışlar veya müslümanlar mahkûm durumda, gayr-i müslimler hâkim durumdadırlar. Kurtuba'da bugün olduğu gibi. Bu durumda ne yapılmalıdır? Gerekli olan, müslümanların kendi aralarından birine bu görevi vermeleridir. Onda ittifak etmeleri vaciptir. Onu kendilerine imam olarak seçerler, o da kadı tâyin eder. Böylece kendi aralarında vukû bulan hâdiselerin yargı organlarına aktarılması sağlanmış olur. Yine buralarda kendilerine Cum'a namazı kıldıracak bir imam nasbederler."İnsanın mutmain olduğu, kabul edebileceği görüş de  bu olsa gerek. Bu görüş istikâmetinde amel edilmelidir"(85) hükmünü zikretmektedir. İbni Abidin'in: "İnsanın mutmain olduğu, kabul edebileceği görüş de bu olsa gerektir. Bu görüş istikâmetinde amel edilmelidir" demesinin sebebi; bazılarının gayr-i müslimlerin tayin ettiği kadı'lara müracaat edebileceği yolundaki görüşlerini reddetmek içindir. Hanefi fûkahası; istilâ anında mü'minlerin kendi içlerinden bir İmam seçmelerinin vâcip olduğunda müttefiktir. İstilâya uğrayan bir İslâm beldesi derhal "Darû'l Harb" durumuna geçmez. Ancak orada küfür ahkâmı İcrâ olunur ve orada İslâm ahkamı ile hükmedilmez, müslümanlar kendi içlerinden seçtikleri Kadı'ya müracat etmezlerse Darû'l Harbe dönüşür.(86) Dikkat edilirse burada "Müslümanların kendi içlerinden seçtikleri kadı'ya müracaat etmemeleri" hassaten zikredilmektedir. Sonuç olarak: İslâmi yönetimin; teşrii, tebliğ, icrâ ve kazâ hususunda şer'i hududlara riâyeti şarttır. Şimdi Kazâ (Mahkeme-yargı faaliyetleri) üzerinde duralım.(87)