Zaruri İman ve İbadet Bilgileri

BEŞİNCİ BÖLÜM
ZARÛRİ İMÂN VE İBÂDET BİLGİLERİ
Din nedir?
Din, insanları seâdet-i ebediyyeye, sonsuz seâdete, huzura götürmek için Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol demektir.

Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede, bir Peygamber vâsıtası ile insanlara bir din göndermiştir. Bu Peygamberlere "Resûl" denir.

Her asırda, en temiz bir insanı Peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. Resûllere tâbi' olan, kendilerine yeni bir din gönderilmeyen bu Peygamberlere de, "Nebî" denir.

Bütün Peygamberler, hep aynı îmânı söylemiş, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere îmân etmeği istemişlerdir. Fakat, kalb ile beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri başka başka olduğundan, islâmlıkları, müslümanlıkları da ayrıdır.

Îmân nedir?
Îmân, Muhammed aleyhisselâmın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdîk ve i'tikâd etmektir, inanmaktır.

Akla uygun olduğu için tasdîk ederse, aklı tasdîk etmiş olur. Resûlü tasdîk etmiş olmaz. Veyâhud, Resûlü ve aklı birlikte tasdîk etmiş olur ki, o zaman Peygambere i'timâd tam olmaz. İ'timâd tam olmayınca, îmân olmaz. Çünkü, îmân parçalanamaz. Akıl, Resûlün "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" bildirdiklerini uygun bulursa, bu aklın kâmil, selîm olduğu anlaşılır.

İnanılması lâzım şey için, tecrübî ilimlere danışıp, tecrübeye uygun ise, inanır, tecrübe ile isbât edemeyince, inanmaz veya şüpheye düşerse, o zaman, tecrübesine inanmış olup, Resûle inanmamış olur ki, böyle îmân, kâmil değil, zâten îmân olmaz. Çünkü, îmân parçalanamaz. Az ve çok olmaz.

Din bilgileri, felsefe ile ölçülmeğe kalkışılırsa, bu sefer felsefeciye inanılmış olup, Peygambere inanılmış olmaz.

Allahü teâlânın var olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın, Allahın Peygamberi olduğunu anlamakta, aklın, felsefî ve tecrübî ilimlerin yardımı büyüktür. Fakat, bunların yardımı ile Peygambere inanıldıktan sonra, Onun bildirdiği şeylerin herbiri için akla, felsefeye ve tecrübî ilimlere danışmak doğru olmaz.

Çünkü, akıl ile tecrübe ve felsefe yolu ile elde edilen birçok bilginin, zamanla değişmekte, yenileri bulununca, eskilerinin atılmakta olduğunu gösteren misâller, literatürlerde az değildir.

O hâlde îmân, Resûl-i Ekrem efendimizin , Allahü teâlâ tarafından, Peygamber olarak, bütün insanlara getirdiği ve bildirdiği emirlerin hepsine i'timâd ve i'tikâd etmektir. Bu emirlerin, bilgilerin herhangi birine inanmamak veya şüphe etmek küfür olur, ya'nî insanın dinden çıkmasına sebep olur.

İnanmamayı gösteren her söz ve her iş, ister şaka olarak, isterse gönülden olmıyarak olsun, küfür olur. Zorlanarak veya yanılarak olursa, küfür olmaz.

Îmânı ve farzları ve harâmları ya'nî dînin emir ve yasaklarını öğrenmek, bilmek şarttır. Îmân edip de ibâdet edene, dînin emir ve yasaklarını yerine getirene "Müslüman" denir. Farzları yapıp harâmlardan kaçınan, tam müslümandır. İnandığı hâlde, dînin emir ve yasaklarını yerine getirmiyen mü'min olsa da müslümanlığı tam değildir. Amelsiz îmân sahibinin, âhırete îmânla gitmesi güç olur.

Îmân, muma benzer; dînin emir ve yasakları, mumun ışığını koruyan fener gibidir. Mum ile birlikte fener de, "İslâmiyyet"tir. Fenersiz, muhafazasız mum çabuk söner. Îmânsız, islâm olamaz. İslâm olmayınca, îmân da yok olur.
Îmanın şartları
Her müslüman imanın şartlarını yani, “Âmentü billâhi ve Melâiketihi ve Kütübihi ve Rüsülihi vel Yevmil-âhiri ve bil Kaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ vel-ba’sü ba’delmevti hakkun, eşhedü en lâilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü” diye Âmentünün esaslarını ezberlemesi ve manâsını ve islâm bilgilerinden kendisine lâzım olanları iyice öğrenmesi lâzımdır. İmanın altı şartı şunlardır:

1- Allahü teâlânın varlığına ve birliğine inanmak.

2- Meleklerine inanmak.

3- Allahü teâlânın indirdiği kitaplarına inanmak.

4- Allahü teâlânın Peygamberlerine inanmak.

5- Âhiret gününe inanmak.

6- Kadere, yâni hayr ve şerlerin (iyilik ve kötülüklerin) Allahü teâlâdan olduğuna inanmak.

Allahü teâlâya imân
Amentüdeki, Amentü billâhi, demek, Allahü teâlânın varlığına ve birliğine inandım, îmân ettim, demektir. Allahü teâlâ vardır ve birdir. Ortağı ve benzeri yoktur. Mekândan münezzehtir, ya'nî bir yerde değildir. Ayrıca Allahü teâlânın sıfatlarını da bilmek şarttır. Bu sıfatlar ikiye ayrılır. Sıfat-ı zâtiyye, sıfat-ı sübûtiyye.

Sıfat-ı zâtiyye şunlardır:

1- Kıdem, Allahü teâlânın evveli yoktur.

2- Bekâ, Allahü teâlânın sonu yoktur.

3- Kıyâm bi-nefsihi, Allahü teâlâ, kimseye muhtaç değildir.

4- Muhâlefetün lil-havâdis, Allahü teâlâ kimseye benzemez.

5- Vahdâniyyet, Allahü teâlâ birdir ortağı, benzeri yoktur.

6- Vücûd, yâni var olmasıdır.

Sıfat-ı sübûtiyye şunlardır:

1- Hayât, Allahü teâlâ diridir.

2- İlm, Allahü teâlâ herşeyi bilir.

3- Sem', Allahü teâlâ işitir.

4- Basar, Allahü teâlâ görür.

5- İrâde, Allahü teâlâ dileyicidir. Yalnız O'nun dilediği olur.

6- Kudret, Allahü teâlâ herşeye gücü yeter.

7- Kelâm, Allahü teâlâ söyleyicidir. (Allahü teâlânın görmesi, işitmesi, söylemesi ... insanlarınkisine benzemez. İnanırız fakat nasıl olduğunu bilemeyiz.)

8- Tekvîn, Allahü teâlâ hâlıktır, yaratıcıdır. Her şeyi yaratan, yoktan var eden O'dur. O'ndan başka yaratıcı yoktur.

Cenâb-ı Haktan başkası için (yarattı) demek küfür olur. Ya'nî mecâz ma'nâda da olsa bu kelime kullanılamaz. İnsan birşey yaratamaz. Bugün maalesef bu kelime çok yaygın bir şekilde kullanılmaktadır.

Meleklere îmân
Îmânın ikinci şartı, meleklere îmândır. "Ve melâiketihi" dir. Ya'nî, ben Allahü teâlânın meleklerine inandım, îmân ettim, demektir.

Allahü teâlâ melekleri nûrdan yaratmıştır. Cisimdirler. Yemezler ve içmezler. Gökten yere inerler ve yerden göğe çıkarlar. Bir hâlden bir hâle, ya'nî her şekle girerler. Göz açıp yumacak kadar, ya'nî çok az bir zaman içinde bile Allahü teâlâya âsî olmazlar ve insanlar gibi günâh işlemezler. Meleklerin en üstünleri, Cebrâil, Mikâîl, İsrâfîl, Azrâîl "aleyhimüsselâm" dır.

Meleklerde, erkeklik, dişilik olmaz. Piyasada birçok yerde kanatlı kadına benzer resimler var. Böyle resimler, hıristiyan hurâfeleridir. Hıristiyanlar, melekleri hâşâ Allahın kızları olarak bilirler, böyle inanırlar. Bu şekilde inanmak, böyle resimlere hürmet edip, yukarı asmak çok tehlikelidir. Bu resimler, ele geçtiğinde hemen yırtıp atılmalıdır.

Kitaplara iman
Îmânın üçüncü şartı, kitaplara îmândır. Amentüdeki, "Ve kütübihi" ifâdesi, Allahü teâlânın kitaplarına inandım, îmân ettim, demektir.

Kur'ân-ı kerîmde bildirilen, yüzdört kitaptır. Yüzü küçük kitaptır. Bunlara (suhuf) denir. Ve dördü büyük kitaptır. Bunlardan Tevrât, Mûsâ aleyhisselâma, Zebûr, Dâvüd aleyhisselâma, İncîl, Îsâ aleyhisselâma, Kur'ân-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâma gönderilmiştir.

Kitapların hepsini, Cebrâil "aleyhisselâm" getirmiştir. En son, Kur'ân-ı kerîm nâzil olmuştur. Kur'ân-ı kerîm gönderilince, diğer kitaplar neshedilmiş, ya'nî yürürlükten kaldırılmıştır. Kur'ân-ı kerîmin gelmesi az az, âyet âyet olmuş ve yirmiüç senede tamamlanmıştır. Kur'ân-ı kerîm, kıyâmete kadar bâkîdir. Ya'nî geçerlidir. Geçersiz olmaktan ve tebdîl ile tahrîften ya'nî insanların değiştirmelerinden mahfûzdur. Korunmuştur. Kur'ân-ı kerîmde eksiklik veya fazlalık olduğuna inanan dinden çıkar.

Peygamberlere iman
Îmânın dördüncü şartı, Peygamberlere îmândır. Amentüdeki "Ve rusulihi" kelimesi, "Allahü teâlânın Peygamberlerine îmân ettim", demektir.

Peygamberlerin ilki Adem aleyhisselâm ve sonuncusu, bizim Peygamberimiz Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellemdir. Bu ikisinin arasında, çok peygamber gelmiş ve geçmiştir. Peygamberlerin sayısı kesin belli değil. Kitaplarda, 124 binden fazla peygamber geldiği bildiriliyor.

Peygamberleri diğer insanlardan ayıran sadece onlara mahsûs özellikler vardır. Peygamberler hakkında bilmemiz lâzım olan sıfatlar ya'nî peygamberlere mahsûs olan özellikler yedidir: Sıdk, Emânet, Tebliğ, İsmet, Fetânet, Adâlet, Emnü'l-azl.

Bunların kısaca ma'nâları da şöyledir:

1- Sıdk: Bütün peygamberler, sözlerinde sâdıktır. Ya'nî doğrudur.

2- Emânet: Peygamberler emânete aslâ hıyânet etmezler.

3- Tebliğ: Peygamberler, Allahü teâlânın emir ve yasaklarının hepsini ümmetlerine bildirirler.

4- İsmet: Peygamberlerin hepsi, büyük ve küçük, bütün günâhlardan uzaktırlar. Peygamberlikleri bildirilmeden önce de, bildirildikten sonra da hiç günâh işlemezler. İnsanlardan, ma'sûm, günâhsız olan, yalnız peygamberlerdir.

5- Fetânet: Bütün Peygamberler, diğer insanlardan daha akıllıdırlar.

6- Adâlet: Peygamberler âdildirler. Kimseye haksızlık yapmazlar.

7- Emnü'l-azl: Peygamberlik görevinden alınmazlar.

Kıyamet gününe iman
İmânın beşinci şartı, kıyâmet gününe inanmaktır.

Amentüdeki, "Vel-yevmil âhiri" ifâdesi, "Ben, kıyâmet gününe inandım, îmân ettim" demektir. Kıyâmet günü, kabirden kalkınca başlar, insanlar Cennete ve Cehenneme gidinceye kadar devam eder. Kafirler yani müslüman olmayanlar, sonsuz olarak Cehennemde kalacaktır. Müslümanlardan günahkar olanları ise günahları bitene kadar Cehennemde kalıp sonunda Cennete gideceklerdir.

Cennet ve Cehennem ve mîzân, ya'nî sevâbların ve günâhların tartıldığı terâzî ve Sırât köprüsü, haşr ya'nî toplanmak ve neşr ya'nî Cennete ve Cehenneme dağılmak, hep kıyâmet gününde olacaktır.

Kabir sualleri
Kabir azâbı vardır. Kabirde münker ve nekîr adındaki iki melek suâl soracaktır.

Kabir suâlleri çok önemlidir. Bunları herkesin bilmesi, çocuklarına da öğretmesi lâzımdır. Kabirde şu suâller sorulacaktır:

Rabbin kim? Dînin hangi dindir? Kimin ümmetindensin? Kitâbın nedir? Kıblen neresidir? İ'tikâdda ve amelde mezhebin nedir?

Müslümanlar bu suâllere şöyle cevap verirler:

Rabbim Allah, dînim İslâm dinidir. Muhammed aleyhisselâmın ümmetindenim. Kitâbım, Kur'ân-ı kerîmdir. Kıblem, Kâ'be-i şerîftir. İ'tikâdda mezhebim Ehl-i sünnet vel-cemâ'attir. Amelde ise, Hanefi, Şafi'î, Hanbeli, Mâliki mezheplerinden hangisine mensupsa, onu söyler.

Îmânı olan cevap verecek, îmânı olmıyan cevap veremiyecektir. Doğru cevap verenlerin kabri genişliyecek, buraya Cennetten bir pencere açılacaktır. Sabah ve akşam, Cennetteki yerlerini görüp, melekler tarafından iyilikler yapılacak, müjdeler verilecektir.

Bu suâllere cevap veremeyenler, kabirde azâb görecek, bağırmasını, insandan ve cinden başka her mahlûk işitecektir. Cehennemden bir pencere açılacak, sabah akşam Cehennemdeki yerini görüp, mezarda, mahşere kadar, acı azâblar çekecektir.

Hayır ve şerrin Allahtan olduğuna iman
Îmânın altıncı şartı, hayır ve şerrin Allahtan olduğuna inanmaktır.

Amentüdeki, "Ve bil-kaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ" demek, "Hayır ve şer, iyilik ve kötülük, olmuş ve olacak şeylerin cümlesi, Allahü teâlânın takdîriyle, ya'nî ezelde bilmesi ve dilemesi ve vakitleri gelince yaratması ile ve levh-i mahfûza yazmasıyla olduğuna inandım, îmân ettim. Kalbimde, aslâ şek ve şüphe yoktur." demektir.

Bu, kazâ kadere inanmak demektir.

Kazâ, kader, ya'nî alın yazısı, bir insanın doğumundan, ölümüne kadar, başına gelecek, işlerdir. Kazâ da, bu işlerin başa gelmesidir.

Kelime-i şehâdetin manası
Amentünün sonundaki, Kelime-i şehâdetin kısaca ma'nâsı da şöyle:

"Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh" demek, "Ben şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm O'nun kulu ve resûlüdür" demektir.

Peygamber efendimiz, îmânın esaslarını bu şekilde ifâde buyurmuştur. Bir kimsenin müslüman olabilmesi için, bu altı esasa inanması, şüphe etmemesi şarttır.

Biz gâibe îman ettik... Bizim îmânımız gâibedir, zâhire, görünüşe değildir. Zîrâ biz, Allahü teâlâyı, gözümüzle göremedik. Fakat görmüş gibi inandık, îmân ettik. Gâibi ancak Allahü teâlâ bilir ve dilediklerini dilediklerine bildirir. Gâib demek, duyu organları ile veya hesap, tecrübe ile anlaşılmıyan demektir.

Harâmı harâm, helâlı helâl bilip, i'tikâd etmeli, inanmalıdır.

Allahü teâlânın azâbından emin olmayıp, dâima korkmalı ve her ne kadar günahkâr olsa da, Allahü teâlânın rahmetinden ümit kesmemelidir. Aksi takdirde îmândan çıkılır.

Hubbu fillâh - Buğdu fillâh
“Hubbu fillah-buğdu fillah” Allah dostlarını Allah için sevmek, Allahın düşmanlarını, (dinimize göre, Müslüman olmayan herkes Allah düşmanıdır) sevmemektir. Hubbu fillah, buğdu fillâh, imanın esasıdır. İmanın altı şartının geçerli olup olmaması bu esasa bağlıdır.

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

“İmanın en sağlam temeli ve en kuvvetli alameti, hubb-i fillah, buğd-ı fillahtır.” (Ebu Davüd)

“İmanın temeli Mümini sevmek ve kâfiri sevmemektir.” (İmamı Ahmed)

“İmanın efdali Allah için sevgi, Allah için buğzdur.” (Taberânî)

Yine Resulullah buyurdu ki:

“Cebrail aleyhisselam gibi ibâdet etseniz, müminleri, Allah için sevmedikçe ve kâfirleri Allah için kötü bilmedikçe, hiç bir ibâdetiniz, hayrat ve hasenatınız kabul olmaz!”

Allahü teâlâ, Hz. Musa’ya sordu: 

- Ya Musa, benim için ne işledin?

- Ya Rabbi, senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim, zikrettim.

- Ya Musa, kıldığın namazlar, seni Cennete kavuşturacak yoldur, kulluk vazifendir. Oruçların, seni Cehennemden korur. Verdiğin zekâtlar, kıyamette, sana gölgelik olur. Zikirlerin de, o günün karanlığında, sana ışıktır. Bunların faydası sanadır. Benim için ne yaptın?

- Ya Rabbi, senin için olan ameli bana bildir.

- Dostlarımı benim için sevdin mi, düşmanlarıma benim için düşmanlık ettin mi?

Musa aleyhisselam, Allahü teâlâ’yı sevmenin onun için olan en kıymetli amelin, hubb-i fillah ve buğd-ı fillah olduğunu anladı. (İmam-ı Gazali)

Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:

“Ey iman edenler, Yahudileri de, Hıristiyanları da dost edinmeyin! Onlar, (İslâma olan düşmanlıklarında) birbirinin dostudur. Onları dost edinen de onlardan olur. Allahü teâlâ, (kâfirleri dost edinip, kendine) zulmedenlere hidayet etmez.” (Maide 51)

“Müminler, müminleri bırakıp da, kâfirleri dost edinmesinler! Onları dost edinenler, Allah’ın dostluğunu bırakmış olurlar.” (Ali İmran 28)

“Allah’a ve ahiret gününe iman edenler, babaları veya oğulları veya kardeşleri ya da akrabaları olsa bile Allah'a ve Resûlüne düşman olanları sevmezler.” (Mücadele-22)

Hadis-i şerifte de buyuruldu ki: “Bir kavmi sevip de onlarla dostluk kuran, kıyamette onlarla haşrolur” (Taberânî)

Resulullah efendimiz, İslamiyeti kabul etmeyen Yahudilerin ve Hıristiyanların, Allah’a iman etmiş sayılmayacağını bunların Cehennemlik olduğunu bildirmiştir.

Dört büyük müctehid imamdan biri olan İmam-ı Ahmed bin Hanbel’in meşhur hadis kitabı olan El-Müsned isimli eserde, sahabeden Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği şu hadis-i şerif bunu açıkca göstermektedir:

“Allah Resûlü’ne biri geldi ve ‘Ey Allah’ın elçisi! Hıristiyanlardan Allah’a ve Resulü’ne inanarak İncil’e sâdık biri veya aynı şekilde Allah’a ve Resûlü’ne inanarak Tevrat’a bağlı biri, sonradan sana tâbi olmazsa, bu kişiler hakkında ne buyurursunuz?’ dedi.

Bunun üzerine Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:
“Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, bu ümmetten biri veya Yahudi ve Hıristiyan bir kişi beni dinlemez ve getirdiğimi kabul etmeden ölürse, kesinlikle Cehennemlik olur.”

Bu konu ile ilgili diğer bazı hadis-i şeriflerde de şöyle buyuruldu:

“Beni duyup iman etmeyen Yahudi ve Hıristiyan elbette Cehenneme girecektir.” (Hakim)

“Cennete sadece Müslüman olan girer.” (Buhari)

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın açıklaması
Bu konu ile ilgili  Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2.12.2004 tarihli açıklaması şöyle:

“İslamiyet, kendinden önceki dinlerin hükmünü kaldırmıştır. Bu itibarla, hangi dine mensup bulunursa bulunsun, tüm insanlar İslam'a girmekle yükümlüdürler.

Müslümanlar dışındaki kutsal kitap sahibi din mensupları için ehl-i kitap terimi kullanılır. Kur'an-ı Kerim'deki ehl-i kitap tabiriyle Yahudilerle Hıristiyanlar kastedilmektedir. Kur'an-ı Kerîm de Hıristiyanların Hazreti Muhammed  ve O'na indirilen Kur'an-ı Kerim'e inanmadıkları ve Hazreti İsa 'ya, Allah'ın oğlu ve üçün üçüncüsü dediklerinden dolayı kâfir oldukları bildirilmektedir.

Kuran-ı Kerim'de, Yahudi ve Hıristiyanların bozuk inançları yüzünden imansız durumuna düşmeleri hakkında şöyle buyurulur: "Şüphesiz ki: "Allah ancak Meryemoğlu İsa Mesih'tir", diyenler kâfir olmuşlardır. Ey Muhammed! Deki: "Allah, Meryemoğlu İsa Mesih'i, anasını ve bütün yeryüzündekileri helâk etmek istese, O'na kim engel olabilir? Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti yalnız Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır. Allah her şeye kadirdir" (el-Mâide, 5/17).

Peygamberlik müessesesini kökten kabul etmemek veya herhangi bir peygamberin nübüvvetini inkâr da küfürdür. Bu yüzden diğer peygamberleri kabul etmekle birlikte Hz. İsa  ve Hazreti Muhammed'i Allah'ın  elçisi olarak kabul etmeyen yahudiler, yine Hazreti Muhammed'in peygamberliğini tanımayan hıristiyanlar küfre düşmüşlerdir.

Bir peygambere ilâhlık isnat etmek de küfürdür. Nitekim Hristiyanlar Hazreti İsa'nın Allah olduğunu söyledikleri için kâfir sayılmışlardır (bk. el-Mâide 5/17, 72).

"Yahudiler; "Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da: "Mesih (İsa) Allah'ı n oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan inkarcıların sözlerini taklit ediyorlar" (et- Tevbe, 9/ 30).

Bir kısmına İşaret ettiğimiz bu âyetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki, Allahu Teâlâ'nın varlığına ve birliğine, Hazreti Muhammed’in O'nun kulu ve elçisi olduğuna ve Kur'an-ı Kerim'deki bütün esaslara, olduğu gibi iman etmeyen hiçbir kimse İslam inancına göre müslüman değildir.

Muhammed aleyhisselamın peygamber olarak gönderilmesinden sonra bütün insanların ve bilhassa Yahudi ve Hıristiyanların kendi dinî kitapları gereğince Hazreti Muhammed ‘in peygamberliğini tasdik edip İslam'ı kabul etmeleri gerekir. Aksi takdirde kendi kitaplarını ve dinlerini inkar etmiş olurlar. Bu itibarla Allah'ın varlığına ve birliğine, Hazreti Muhammed’in O'nun kulu ve elçisi olduğuna ve Kur'an-ı Kerim'deki bütün esaslara, olduğu gibi iman etmeyen bir kimse İslam inancına göre Cennete giremez. Diyanet İşleri Başkanlığı” (Mehmet Oruç - 10.12.2004, Türkiye Gazetesi)

Emri maruf - nehyi münker 
İslâmiyette, iyilikleri yayıp, kötülüklere mani olmanın önemi büyüktür. İslâmiyeti ayakta tutan budur. Din-i islâmın temeli, imânı, farzları ve haramları öğrenmek ve öğretmektir. Allahü teâlâ, Peygamberleri bunun için göndermiştir. Gençlere bunlar öğretilmediği zaman, islâmiyet yıkılır, yok olur. Allahü teâlâ, müslimânlara “Emr-i ma’rûf” yapmağı emrediyor. Yani, benim emirlerimi bildiriniz, öğretiniz diyor ve “Nehy-i anilmünker”i emrediyor. Yani, yasak ettiğim haramları bildiriniz ve yapılmasına râzı olmayınız, diyor.

Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:

 “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız. Ehl-i kitap da inansaydı, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu.” (Ali imran-110)

“Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.” (Lokman-17)

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki.

“Büyüğünü saymayan, küçüğüne merhamet etmeyen, emr-i maruf ve nehy-i münkerde bulunmıyanlar bizden değildir.” (Tirmizî)

 “Bütün ibâdetlere verilen sevap, Allah yolunda gazâya verilen sevâba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevâbı da, emr-i ma’rûf ve nehy-i anilmünker sevâbı yanında, denize nazaran bir damla su gibidir”. (Deylemî)

“Allahü teâlâ, bir meleğe, bir kasabanın altını üstüne getirmesini emreder. O melek, bu kasabada hiç günah işlemeyen bir zatın da olduğunu, o zatı kurtarıp kurtarmıyacağını suâl edince, Cenab-ı Hak, "Bütün şehir halkı ile onu da alt üst et! Çünkü o zat, bana isyan edenlere karşı yüzünü ekşitmemiştir" buyurdu.” (Beyhekî)

“Birbirinize müslümânlığı öğretiniz. Emr-i ma’rûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ, en kötünüzü başınıza musallat eder ve düâlarınızı kabûl etmez”. (Bezzar)

İslamiyet günümüze kadar, emri maruf sebebiyle gelmiştir. Bir din öğretilmezse, öğreten bulunmazsa yok olmaya mahkumdur. Hıristiyan alemi Papa’nın önderliğinde, son yıllarda ortaya attıkları  “

 Diyolag” projesi ile, dinin esası olan  “Hubbi fillah - Buğdı fillah ve Emri maruf - nehyi münker” gibi değerlerimizi yok etmek istiyor.

İnsan kendi dinini niçin yaymaya çalışır? Kendi dininin doğru, diğerlerinin yanlış olduğuna inandığı için. Diğer dinler de doğru kabul edilirse, o zaman niçin kendi dinini yaymaya çalışsın? ( Daha geniş bilgi için, yayınevimizin “Dinlerarası Diyalog Tuzağı ve Dinde Reform- Mehmet Oruç ” kitabına ve www.mehmetoruc.com sitesine müracaat edilebilir.)

Otuzüç farz
Bir genç bâliğ olduğu zaman “Kelime-i tevhîd” söyleyince, yâni, “Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” deyince ve bunun mânasını bilip inanınca “Müslüman” olur.

Her müslümanın îmanın altı şartını, yâni (Âmentü)yü ezberlemesi ve mânasını öğrenerek bunlara inanması, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği emirlerin ve yasakların hepsini Allahü teâlânın bildirmiş olduğuna inanması lâzımdır.

Daha sonra bütün huylardan ve karşılaştığı işlerden farz olanları, yâni emrolunanları ve haram olanları, yâni yasak edilmiş olanları öğrenmesi de farzdır. Bunları öğrenmenin ve farzları yapmanın ve haramlardan sakınmanın farz olduğunu inkâr ederse, yâni inanmazsa îmanı gider. Bu öğrendiklerinden birini beğenmezse, kabûl etmezse mürted olur. Mürted, (Lâ ilahe illallah) demekle ve İslâmiyetin bazı emirlerini yapmakla, meselâ namaz kılmakla, oruç tutmakla, hacca gitmekle, hayrât ve hasenât yapmakla müslüman olmaz. Bu iyiliklerinin âhırette hiç faydasını görmez. İnkârından, yâni inanmadığı şeyden tövbe etmesi, pişman olması lâzımdır.

İslâm âlimleri, her müslümanın öğrenmesi, inanması ve tâbi olması lâzım olan farzlardan otuzüç ve ayrıca ellidört adedini seçmişlerdir.

Îmanın şartı: Altı (6)

İslâmın şartı: Beş (5)

Namazın farzı: Oniki (12)

Abdestin farzı: Dört (4)

Guslün farzı: Üç (3)

Teyemmümün farzı: Üç (3)

İslâmın şartları

1- Kelime-i şehâdet getirmek.

2- Her gün beş kere vakti gelince namaz kılmak.

3- Zengin olanın senede bir kere malının zekâtını vermek.

4- Ramazan ayında her gün oruç tutmak.

5- Gücü yetenin ömründe bir kere hac etmesidir.

Namazın farzları

1- Hadesten tahâret.

2- Necasetten tahâret.

3- Setr-i avret.

4- İstikbâl-i Kıble.

5- Vakit.

6- Niyyet.

7- İftitah veya Tahrime Tekbiri.

8- Kıyâm.

9- Kırâat.

10- Rükû'.

11- Secde.

12- Kâde-i âhire.

Abdestin farzları

1- Abdest alırken yüzü yıkamak.

2- Elleri dirsekleri ile birlikte yıkamak.

3- Başın dörtte birini mesh etmek.

4- Ayakları topukları ile birlikte yıkamak.

Guslün farzları

1- Ağzı yıkamak (mazmaza).

2- Burnu yıkamak (istinşak).

3- Bütün bedeni yıkamak.

Teyemmümün farzları

1- Cünüplükten veya abdestsizlikten temizlenmek için niyyet etmek.

2- İki eli temiz toprağa vurup, yüzü mesh etmek .

3- Tekrar iki eli temiz toprağa vurup, her iki kolu dirsekten avuca kadar sığamak.

Elli dört farz
1- Allahü teâlânın bir olduğuna inanmak.

2- Halâl yimek ve içmek.

3- Abdest almak.

4- Beş vakt namâz kılmak.

5- Cünüblükden gusl etmek.

6- Rızkın Allahü teâlâdan olduğuna inanmak.

7- Halâl, temiz elbise giymek.

8- Hakka tevekkül etmek.

9- Kanâ’at etmek.

10- Ni’metlerinin mukâbilinde, Allahü teâlâya şükr etmek.

11- Kazâya râzı olmak.

12- Belâlara sabr etmek.

13- Günâhlardan tövbe etmek.

14- Allah rızâsı için ibâdet etmek.

15- Şeytânı düşman bilmek.

16- Kur’ân-ı kerîmin hükmüne râzı olmak.

17- Ölümü hak bilmek.

18- Allahın dostlarına dost, düşmanlarına düşman olmak.

19- Babaya ve anaya iyilik etmek.

20- Ma’rûfu emr ve münkeri nehy etmek.

21- Akrabâyı ziyâret etmek.

22- Emânete hıyânet etmemek.

23- Dâima Allahü teâlâdan korkup, ferahı (şımarıklığı ve azgınlığı) terk etmek.

24- Allaha ve Resûlüne itâat etmek.

25- Günâhdan kaçıp, ibâdetlerle meşgul olmak.

26- Müslümân âmirlere itâat etmek.

27- Âleme, ibret nazarıyla bakmak.

28- Allahü teâlânın varlığını tefekkür etmek.

29- Dilini, fuhşa âid kelimelerden korumak.

30- Kalbini temiz tutmak.

31- Hiçbir kimseyi maskaralığa almamak.

32- Harâma bakmamak.

33- Mü’min her hâlde, sözüne sâdık olmak.

34- Kulağını münkerât dinlemekden korumak.

35- İlim öğrenmek.

36- Tartı ve ölçü âletlerini hak üzere kullanmak.

37- Allahın azâbından emîn olmayıp, dâima korkmak.

38- Müslimân fakîrlere zekât vermek ve yardım etmek.

39- Allahın rahmetinden ümîd kesmemek.

40- Nefsinin isteklerine tâbi’ olmamak.

41- Allah rızâsı için yemek yidirmek.

42- Kifâyet mikdârı rızk kazanmak için çalışmak.

43- Malının zekâtını, mahsûlün uşrunu vermek.

44- Âdetli ve lohusa olan ehline yakın olmamak.

45- Kalbini, günâhlardan temizlemek.

46- Kibrli olmakdan sakınmak.

47- Bâliğ olmamış yetimin mâlını hıfz etmek.

48- Genç oğlanlara yakın olmamak.

49- Beş vakt namâzı vaktinde kılıp, kazâya bırakmamak.

50- Zulmle, kimsenin malını yimemek.

51- Allahü teâlâya şirk koşmamak.

52- Zinâdan kaçınmak.

53- Şerâbı ve alkollü içkileri içmemek.

54- Yok yere yemîn etmemek.

NOT: Bu kısa ve öz zaruri bilgilerin geniş izahları için, Hakikat Kitabevi’nin neşrettiği, “Herkese Lazım Olan İman, İslâm Ahlâkı ve Namaz Kitabı’nı önemle tavsiye ederim.

Tövbe etmek
Tövbe, haram işledikden sonra, pişman olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir daha yapmamağa azmetmek, karar vermektir. Dünyada zarar hâsıl olmasından korkarak pişmân olmak, tövbe olmaz. Çeşitli günah işliyenin bunlardan bazısında ısrâr ederken, bazısına tövbe etmesi, sahîh olur. Tövbeden sonra, günâhı tekrâr işliyenin, tekrâr tövbe etmesi sahîh olur. Böylece, çok kere tövbe etmesi, sahîh olur. Büyük günâhın af olması için, tövbe etmek şarttır. Beş vakit nemâz ve Cum’a nemâzı, Ramezân-ı şerîf orucu, hac etmek, istigfâr etmek, büyük günh işlemekten sakınmak gibi ibâdetler, küçük günahların afv edilmesine sebeb olur. Şartlarına uygun olarak tövbe edince, küfr ve günahlar ne kadar büyük olursa olsun muhakkak af olunur.

Günahtan sonra hemen tövbe etmek farzdır. Tövbeyi geciktirmek de, bu günahı işlemekten dahâ büyük günahtır. Bu günah, her gün bir misli artar. Bunun için de ayrıca tövbe etmek lâzımdır. Bir günahın tövbesi yapılınca, bunun tövbesini geciktirme günâhlarının hepsi af olur. Farzı yapmamanın tövbesi, ancak kazâ etmekle sahîh olur. Her günâhın affı için, kalb ile tövbe etmek ve dil ile istigfâr etmek ve beden ile kazâ etmek (kazaya kalmış namazı, orucu kaza etmek gibi ) lâzımdır. Yüz kere tesbîh etmek, yanî “Sübhânallahi ve bi-hamdihi sübhânallahil’azîm” demek ve sadaka vermek ve bir gün oruc tutmak, çok iyi olur.

Nûr sûresinin otuzbirinci âyetinde meâlen, “Ey mü’minler! Allaha tövbe ediniz” buyuruldu. Bekara sûresinde ikiyüzyirmiikinci âyetinde meâlen, “Allahü teâlâ, tövbe edenleri sever” buyuruldu.

Hadîs-i şerîfde, “En iyiniz, günahdan sonra hemen tövbe edeninizdir” buyuruldu. Günahların en büyüğü, küfrdür ve münâfıklıkdır ve irtidâddır.

Ehli Sünnet itikadı
Hadis-i şerifte, “Bid'at ehlinin duâsı ve ibâdetleri kabul olmaz.” buyuruldu. Bunun için Peygamber Efendimiz ve Eshabı gibi Ehli sünnet itikadına sahip olmak, onlar gibi inanmak lazımdır. Ehli sünnete göre; îman artmaz ve azalmaz. Fakat kuvvetli, parlak veya zayıf olabilir. Büyük günah işlemekle îman gitmez. Gayba yani hazret-i Peygamberin bildirdiklerine îman esastır. Allahü teâlâ Cennette görülecektir. Ameller (İbâdetler) îmandan parça değildir. Amelde dört mezhebten birine tâbi olmak şarttır. Eshâb-ı kirâmın ve ehl-i beytin ve Peygamberimizin zevcelerinin hepsini sevmek şarttır. Dört halîfenin üstünlükleri, hilâfet sırasına göredir. Namaz, oruç, sadaka gibi nâfile ibâdetlerin sevabını başkasına hediye etmek câizdir. Resulullahın Mîracı, ruh ve beden olarak olmuştur. Evliyânın kerâmeti haktır. Şefaat haktır. Velîlerin ruhları ile tevessül edilir ve onların hâtırına duâ edilir. Mest üzerine mesh câizdir. Kabir suâli vardır. Kabir azâbı ruh ve bedene olacaktır. İnsanları ve işlerini de Allahü teâlâ yaratır. Fakat yasak ettiği işleri yapanlardan razı değildir. İnsanda irâde-i cüz'iyye vardır, yaptığından mesuldür. Rızık, helâldan da olur, haramdan da olur. Fakat haramdan olanın günahını kişi çeker. 

Îmânın muhafazası
Sahip olunan şey ne kadar kıymetli olursa, onun korunması, muhafaza edilmesi de o derece önem kazanır. Eline çok kıymetli bir mücevher geçen bunu nasıl koruyacağını bilemez. Çaldırma korkusundan uykuları kaçar.

İnsanın en kıymetli şeyi îmânıdır. Bunu korumak için her türlü gayreti göstermesi lâzımdır.

Resûlullahın sözlerinden birine bile inanmamak veya iyi ve doğru olduğunda şüphe etmek küfür olur, ya'nî insanı dinden çıkarır. Din bir bütündür. Kısaca, inanılması zarûrî olan şeylerden birine bile inanmıyan dinin tamamına inanmamış olur.

Meselâ kişi, ben dinin her emrine inanıyorum, ancak görmediğim şeye de inanmam, cinni görmediğim için inanmam dese, İslâm dininin tamamına inanmamış olur. Bu kimse, sabahlara kadar namaz kılsa, oruç tutsa, herkese iyilik yapsa bunların hiçbir faydası olmaz.

İmanda şüphe olmaz
Îmânda şüphe de olmaz. Şüpheli îmâna îmân denmez. Biraz inanıyorum biraz inanmıyorum şeklinde îmân olmaz. Meselâ, bir kimse herşeyi dünyadaki şartlara göre düşünüp: "Öldükten sonra dirilmeye inanıyorum ama, bu kadar insan tekrar nasıl dirilecek, hepsinden nasıl hesap sorulacak, acaba bu mümkün olur mu?" şeklinde tereddüt etse, bu kimse âhırete inanmamış olur. Bu düşüncede cenâb-ı Hakkın kudretinden şüphe vardır. Dinimizde hürmet edilmesi, saygı gösterilmesi gereken şeylere hürmetsizlik eden, saygısızlık yapan, kötülenmesi, beğenilmemesi gereken şeylere hürmet eden, beğenen dinden çıkar.

Dinimizin açık şekilde harâm ettiği bir şeyi, inkâr eden de dinden çıkar. Meselâ domuz etini dinimiz harâm etmiş. Ama bir kişi, bunun sebebini trişine, tenyaya bağlayıp:

"Zamanımızda fen ilerledi. Domuzdaki trişinler rahatlıkla zararsız hâle getiriliyor. Dolayısıyle artık harâm olması ma'nâsızdır" dese, dinden çıkmış olur. Çünkü, dinimiz domuz etini harâm ederken, trişin gibi herhangi bir sebebe bağlamamıştır.

İnkar etmeyen kafir olmaz
Ancak kişi, harâm olan şeyin harâmlığına inanır, nefsine uyarak yaparsa günâhkâr olur. Dinden çıkmaz. Çünkü ameller îmândan parça değildir. Ya'nî, kişi ne kadar büyük günâh işlerse işlesin, bunun günâh olduğuna inanır, yaptığından pişmânlık duyarsa, o kimse îmânlıdır. Buna îmânsız denemez.

Dinimizin harâm ettiği bir şeyi yapanlar hangi hâllerde küfre düşerler, konusunun iyi bilinmesi lazım. Bunun iyi anlaşılabilmesi için şöyle bir misâl verelim:

İki kimse düşünün. Birisi, alkol bağımlısı olmuş. Hergün içiyor. Sizi gördüğünde de mahçup oluyor:

- Bu zıkkımı içmenin harâm olduğunu biliyorum. Fakat bir türlü kurtulamıyorum, ne olur kurtulmam için bana yardımcı olun, diyor.

Diğeri ise her zaman içmiyor. Ayda yılda bir içiyor. Kendisine yaptığının uygun olmadığını söylediğinizde:

- Ben her zaman içmiyorum. Ayda yılda bir içiyorum. Bu kadarcık içmek harâm olmaz! diyor.

Bu durumda, birinci kimse, ikincisinden daha çok şarap, içki içtiği hâlde günâhkâr oluyor, dinden çıkmıyor. Ama ikinci kimse, arasıra içtiği hâlde, dinin açık bir emrini hafife aldığı için dinden çıkıyor.

Farzlarda da durum aynıdır. Meselâ bir kimse, Ramazanda oruç tutmadığı gibi, ayrıca müslümanların gözü önünde sokakta, açıkça yiyip içiyorsa, dinin bir farzını hafife almış olduğundan dinden çıkar. Ancak herhangi bir özründen dolayı hattâ nefsine zor geldiği için tutmaz, ama orucunu gizli gizli yerse, bu günâhkâr olmuş olur; fakat dinden çıkmaz.

Küfr çeşitleri
Küfr (Allaha düşman olmak) üç nev’idir: Küfr-i inâdî, küfr-i cehli, küfr-i hükmî.

Küfr-i inâdî, Ebû Cehl ve Fir’avn ve Nemrûd’un küfrü gibi, dîni, îmânı bilerek, inanmamak.

Küfr-i cehlî, kâfirlerin avâmına, bu dînin hak olduğunu bilir ve ezân-ı Muhammedî okunur iken, işitirler de, gel müslimân ol, desen, biz atamızdan ve anamızdan böyle bulduk, böyle gideriz, derler.

Küfr-i hükmî, tazîm olunacak yerde tahkîr ve tahkîr olunacak yerde, ta’zîm etmektir.

Dinimizin emri gereğince, hürmet gösterilecek, ta'zîm olunacak şeyleri tahkîr etmek; kötülenecek şeyleri, ta'zîm etmek, hürmet göstermek küfürdür.

Meselâ, Allahü teâlânın evliyâsı, enbiyâsı, âlimleri ve bunların sözleri, fıkh kitapları, fetvâları ta'zîm edilecek, hürmet gösterilecek iken tahkîr edilirse, kötülenirse dinden çıkılmış olur. Ayrıca, kâfirlerin dînî âyinlerini beğenmek, noellerini tebrik etmek ve zarûret yok iken zünnâr kuşanmak ve küfür alâmetlerini kullanmak, bunlara, muhabbet edip, hürmet göstermek de küfrdür.

Küfrün yedi zararı vardır: Dîni ve nikâhı giderir. O kimsenin kestiği yinmez. Hanımı ile ettiği, zinâ olur. Cennet ondan uzaklaşır. Cehennem ona yakındır. O hâlinde ölürse Cehenmeme gider. Sonsuz olarak orada kalır.

Gayri müslimlerin yaptıklarını yapmak
İnsanı dinden çıkartan önemli bir konu da, gayr-i müslimlerin ibâdet olarak yaptıklarını yapmaktır. Gayr-ı müslimlerin yaptıkları şeyler iki çeşittir:

Birincisi dinleri ile ilgisi olmayıp, âdet olarak yaptıkları şeyler. Meselâ, ceket, pantolon giymeleri, kravat takmaları, âdet olarak yaptıkları şeylerdir.

İkincisi, dinlerinin gereği olarak yaptıkları şeyler. Meselâ boyunlarına haç takmaları, bellerine zünnar bağlamaları, bu kısma girer.

Bunları dinlerinin gereği olarak yaptıkları için, bir müslüman bunları ne niyyetle takarsa taksın, hattâ şaka için, hıristiyanlarla alay etmek için dahi olsa, dinden çıkar.

Hıristiyanların dinlerinin gereği, ibâdet niyyetiyle giydikleri şeyler de böyledir. Bunun için hıristiyanlardan gelen şeylerin önce aslına bakmak lâzım. Hıristiyanlar, bunu ne için yapıyorlar. Dinlerinin icâbı olarak mı, yoksa âdet olarak mı? Bu önemlidir.

Küfür olan, dinden çıkmaya sebep olan şeyler zamanla âdet hâline gelse, bir kimse, bunun küfür olduğunu bilmeden kullansa, yine dinden çıkar.

Her müslümanın dinde bilinmesi zarûrî olan şeyleri bilmesi lâzımdır. Küfür olan şeyin çok kimse tarafından kullanılması bunu küfür alâmeti olmaktan çıkarmaz. Çünkü bu, bilinmesi zarûrî olan bilgilerden olduğu için bilmemek özür değildir.

Din doğru olarak nereden öğrenilir?
Onbir ay dinle alay eden bazı gazeteler Ramazan gelince promosyon olarak “Kur’an-ı kerim meali” verirler.  Gazeteler bu vesile ile satışlarını artırıyorlar, neticede kazanıyorlar, fakat kaybeden okuyucu oluyor. Kaybettiği de keşke dünya olsa, ne yazık ki ahiretini kaybediyor.

 Yıllardır yapılan “Dinimizi esas kaynağından öğrenin, fıkıh kitaplarını ortadan kaldırın” gibi sloganlar sebebi ile maalesef zamanımızda Müslümanların çoğu, evlerinde bir meal bulundurma, dini buradan öğrenme yanlışlığına düştü.

Bu yanlışlık çok tahribata ve karışıklığa sebep  oldu... İslâmî otorite ve hiyerarşi kavramları yıkıldı... Söz ayağa düştü... Bir sürü ukalâ müctehid taslağı türedi... Dinimizde zararlı reform hareketleri başladı... Ayetleri yeniden yorumlayalım sesleri yükselmeye başladı. Mezhepsizlik yayıldı... Hemen arkasından da dinsizlik yayılmaya başladı. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ nin dediği gibi “Mezhepsizlik dinsizliğe bir köprüdür.” zaten.

İlim varsa müslümanlık da vardır
İslâm düşmanları, asırlardır yaptıkları tecrübelerden, kaba kuvvetle bir yere varamayacaklarını; İslamiyeti yok edemeyeceklerini anladılar. İslâm âlimleri, hak mezhepler, fıkıh kitapları olduğu müddetçe, kısmen zarar verebilseler de, ciddî bir zarar veremediklerini gördüler. Çünkü, İslâm âlimleri, mezhepler ve fıkıh kitapları, İslâmiyeti koruyan sağlam birer kaledir. Bu kale sağlam olduğu müddetçe, İslâmiyete zarar vermeleri mümkün değildir...

Bunun için, 18. asırdan itibaren, hücumlarını bu yöne çevirdiler. Âlimleri, kitapları kötülemek ve Müslümanların gözünden düşürmek için ne lazımsa yaptılar. Bugün, Müslümanların bu hâle düşmesinin en önemli sebebi cehalettir. Cahil kimseyi kandırmak kolaydır. Din düşmanlarının bu kadar taraftar toplamasının sebebi budur. Peygamber efendimiz, “İlim olan yerde müslümanlık vardır, ilim olmayan yerde müslümanlık yoktur” buyurmuştur.

İlmi olmayan, zaruri temel bilgilerden bile yoksun kimselerin önüne, meal, tefsir koymak bu kimselere yapılabilecek en büyük kötülüktür aslında. Çünkü, alt yapı olmadığı için herkes, zekâsına, bilgisine göre bir şeyler anlayacak, ortalık curcunaya dönecek. Zaten istenilen de bu. Hıristiyanlarda olduğu gibi, İslâmiyetin sadece “adı” kalsın.

200 yıllık plân
İngiliz Casusu Hempher bakınız hatıralarında bu konuyu nasıl anlatıyor:

Çalışmalarımdan bir netice alamayınca, ümitsizliğe düştüm. Görevi bırakmak istedim. Müstemlekeler Bakanı bana şunları söyledi: “ Sen bu işlerin, birkaç senelik çalışma ile neticeleneceğini mi zannediyorsun? Bırak birkaç seneyi, bu ektiğimiz tohumların meyvelerini, ben de sen de göremeyeceğiz, belki de senin, benim torunlarımız bile göremeyecek. Bu tohumların meyvelerini en az yüz senede, belki de 150-200 senede ancak alabileceğiz. Çünkü, bugüne kadar İslâmiyeti ayakta tutan, din bilgileri olmuştur. Âlimleri, ilmi yok edip, halkı cahil bırakmadıkça, onların dinlerini bozmak mümkün değildir. Bunun için, âlimleri, mezhepleri hissettirmeden kötüleyeceğiz. Bir müddet sonra da, peygamber sözleri (hadis-i şerifler) hakkında, “Uydurmaydı, değildi” diyerek şüpheye düşüreceğiz. Ayetleri istediğimiz gibi yorumlayacağız... Ancak bunları başarıp, halkı cahil bıraktığımız zaman, meyveleri toplamaya başlayacağız. Bir kültürü, hele asırların birikimi olan din kültürünü yıkmak, kısa zamanda olacak şey değildir.”

Hempher, 1700'lü yıllarda bu faaliyeti gösteriyordu. Gerçekten de iki yüzyıl sonra, 1900'lü yıllarda meyvelerini toplamaya başladılar.

Mealden din öğrenmenin mümkün olmayacağı o kadar açık ki... Kur'an-ı kerim, İslâmiyetin temel kitabıdır, anayasasıdır. Bunu, Resulullahın, müctehid imamların ve diğer âlimlerin sözleri açıklar, tatbikini sağlar. Kur'an-ı kerimden başkasını kabul etmemek, bir devletin anayasasının dışındaki bütün  kanunlarını, tüzüklerini, yönetmeliklerini, genelgelerini kabul etmemek, onları yok saymak gibidir.

İlmihal kitapları ve mealler
Ondört asırdır, dinimizi meallerden öğrenme kültürümüz yok iken, son yıllarda niçin bu yola yönelindi, bunda maksat neydi? Sebilürreşad Mecmuası’nın 18 Safer 1924 tarihli ve 618 numaralı sayısındaki, “Yeni Kur’an Tercümesi” başlıklı yazıda, bu sorunun cevabı  özetle şöyle veriliyor:

 Kur’an-ı kerim’i tercüme etmek, basıp yaymak bir müddetten beri moda oldu. Ne gariptir ki, ilk defa bu işe teşebbüs eden, Zeki Megamiz isminde, Arap asıllı bir Hıristiyandır. Fakat isminin duyulması üzerine, tercümeyi neşirden vazgeçti.

Daha sonra Cihan Kütüphanesi(yayınevi) sahibi Ermeni Mihran Efendi acele olarak, diğer bir tercümenin basımına başladı ve az zamanda sona erdirerek, “Türkçe Kur’an” ismiyle yayınladı.

Asırlardır, bütün ömürlerini dini yaymakla geçiren, bu uğurda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan İslâm âlimlerinin, Kur’an-ı kerimin tercümesini, meallerini hazırlamayıp da, gayrı müslimlerin böyle bir çalışma yapması, düşündürücü olsa gerekdir... Tercüme ve meal, gerçekten dine faydalı olsaydı, İslâm büyükleri bu faaliyeti gayrı müslimlere bırakırlar mıydı?

Hıristiyan yayımcılar tarafından başlatılan Kur’an tercümesi kampanyaları, şiddetli tenkitlere mâruz kalmıştır. Kur’an-ı kerimin tercüme ve meallerinin yayılması karşısında, (O günkü ) Diyanet İşleri Başkanlığı da hareketsiz kalmamış, Müslüman halkı uyandırmak maksadıyla 1924 tarihinde bir beyanname yayımlamıştır.

Diyanetin beyannamesi
Bu beyanname özetle şöyleydi:

“1- Kur’an tercümesi furyası, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra başlamış zararlı bir faaliyettir.

2 - İkinci Meşrutiyet’ten önce, Osmanlı devleti, dini yayınları kontrol altında tutuyor ve ulu orta, yalan-yanlış tercüme ve tefsirlerin neşrine asla müsaade etmiyordu.

3- Meşrutiyet’ten sonra, basın hürriyetinden istifade eden birtakım art niyetli kimseler, gayrı müslimler, sinsi gayelerine uygun Kur’an tercümeleri neşrine başlamışlardır.

4- Türkçe Kur’an demek, küfür sözüdür. Kur’an-ı kerim İlâhidir. Kur’an’ın tercümesi olmaz.

5- Kur’an tercümeleri vasıtasıyla, İslâm dünyasında bir reform hareketi başlatmak istemişler ve muvaffak da olmuşlardır.

6- İslâmiyeti halka ve gençlere Kur’an tercüme ve mealleri ile öğretmeye çalışmak, son derece yanlış ve zararlı bir metoddur. İslâmiyet, Kur’an tercümesinden değil, islam âlimlerinin, halk için yazdıkları ilmihâl (akaid, fıkıh, ahlâk) kitaplarından öğrenilir.”

Bilhassa ilk zamanlar çeşitli maksatlarla kimler Kur’an tercümesi yapmamıştır ki? Tercüme paraları ile meyhanede her akşam arkadaşlarına içki ısmarlayan Ömer Rıza Doğrul... Arapça bilmeyen İsmail Hakkı Baltacıoğlu... Yıllar geçtikten sonra rafizi inanca sahip olduğunu, kendisi ilan eden Abdülbaki Gölpınarlı ve daha niceleri...

Anadolu’muzun yetiştirdiği büyük âlimlerden İmam-ı Birgivî hazretleri, bu konu ile ilgili olarak şu hadis-i şerifleri bildirmektedir:“Bir kimse, Allahın kitabını kendi fikri, görüşü ile tefsir etse ve bu tefsirinde isabet etmiş bulunsa, açıklaması doğru olsa bile hata etmiş olur.” “Kim ki, Kur’an hakkında, ilmi olmadığı hâlde, kendi kafasına göre açıklarsa, cehennemdeki yerine hazırlansın.”

Son devrin büyük din âlimlerinden Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, Mes’eletü Tercümeti’l-Kur’an adlı eserinde, Kur’an tercümesi modasının arkasındaki gizli ve sinsi emelleri ve dinimizi içten yıkma plânlarını açıklamaktadır. Bu kitap Bedir Yayınevi tarafından basılmıştır.

İlmihal nedir?
Her Müslümanın dinini iyi öğrenmesi lazımdır. İmân, amel ve ahlâk ile ilgili, öğrenmesi ve yapması lâzım olan bilgileri ihtiva eden kitaplara “İlmihal” denir. İlmihâllerle zaruri din bilgileri verilir. Bu bilgileri öğrenmeyen bir kimsenin dînin emirlerini doğru bir şekilde yerine getirmesi mümkün değildir. 

İlmihâl kitaplarında önce îtikâd (îmân) bilgilerine yer verilmiştir. Çünkü, inanılacak şeyler, dînin esâsını teşkil eder. Burada imanın altı şartı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği şekilde anlatılır. Sonra islamın beş şartı; ibâdet, helâl ve haram bilgileri anlatılır. Bundan sonra da, İslâm ahlâkından bahsedilir. Bu kısım, kalbi kötülüklerden temizlemenin, kısaca iyi bir Müslüman olmanın yollarını öğretir.

İlmihâl kitaplarının kaynağı, fıkıh kitaplarıdır. Fıkıh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildirir. Fıkıh bilgileri, edille-i şeriyye denilen, “Kitap”, “Sünnet”, “İcmâ” ve “Kıyâs”tan çıkarılır. Dînin hükümlerini bu dört kaynaktan çıkartan müctehid âlimlere “Fakîh” denir.

Müctehid olmıyanların doğrudan doğruya bu dört kaynaktan fıkıh bilgisi öğrenmeleri imkânsızdır. Bunun için din bilgileri ancak fıkıh kitaplarından öğrenilebilir. Cehenneme gidecekleri hadîs-i şerîfte bildirilen "Yetmiş iki sapık fırka" âlimleri, Kur'ân-ı kerîmden yanlış ma'nâ çıkardıkları için sapıttılar. Âlimler sapıtınca, âlim olmıyanların Kur’an-ı kerimden, hadis-i şeriflerden dinini öğrenmeye kalkışması  felâket olur. Kur'ân-ı kerîmin hakîkî ma'nâsını öğrenmek isteyen, Ehl-i sünnet âlimlerinin kelâm, fıkıh ve ahlâk kitaplarını okuması lâzımdır.

Dört mezhebin kelâm (iman) kitapları aynı olup, fıkıh kitapları başka başkadır. Halk için yazılmış olan ve herkesin bilmesi ve yapması gereken iman, ahlâk ve fıkıh bilgilerini kısaca ve açıkça anlatan kitaplara “İlmihâl” kitapları denilmiştir. Her müslümanın, evinde mutlaka muteber ilmihâl kitabı bulundurması, dinini ilmihâl kitaplarından öğrenmesi şarttır.

İlmihâl kitabını alırken de rastgele almayıp, nakli esas alan, kafasına göre yorum yapmayan, dînini bilen, seven ve kayıran mübârek insanların ilmihâl kitaplarını alıp, çoluğuna ve çocuğuna öğretmek her müslümanın birinci vazîfesidir. Kendilerine aydın din adamı ismini ve süsünü veren câhil ve sapık kimselerin sözlerinden ve yazılarından din öğrenmeğe kalkışmak, kendini Cehenneme atmak demektir.

“Dinin temel direği, fıkıh ilmidir”
Bunun için dinimiz fıkıh bilgisine çok önem vermiştir. Bir kimse Kur'ân-ı kerîmi, ihtiyaç miktarı ezberledikten sonra, fıkıhla meşgûl olmalıdır! Çünkü, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemek farz-ı kifâye, fıkhın kendine lâzım olan miktarını öğrenmek ise farz-ı ayndır. Peygamber efendimiz, “İbâdetlerin en kıymetlisi fıkhı öğrenmek ve öğretmektir.” “Her şeyin dayandığı direk vardır. Dinin temel direği, fıkıh ilmidir.” buyurmuştur.

Kur'an-ı kerimde, Resulullaha ve âlimlere uymamız emrediliyor. Peygamber efendimiz de, “Âlimlere tabi olun” buyuruyor. O hâlde, Allahü teâlânın emrine uyarak, âlimlere tabi olmamız, uymamız şarttır. Bu vesîkalardan anlaşıldığı gibi, din ancak, bu âlimlerin kelâm, fıkıh ve ahlâk kitaplarından ve bu ilimlerin biraraya getirildiği, toplandığı ilmihâl kitaplarından öğrenilir.

Asırlardır, İslamiyet böyle öğrenildi, bu yol sayesinde bozulmadan bize kadar geldi. İslamı yok etmek isteyen güçler acı tecrübelerden sonra bunun farkına vardılar. Bunun için, saldırılarını islam âlimlerine ve bunların yazdığı fıkıh ve ilmihal kitaplarına yönelttiler. Biliyorlar ki, bu kitaplar halkın gözünden düşürülürse, Müslümanlar arasındaki bütünlük bozulacak, dinde anarşi çıkacak. Müslümanlar birbirini yiyip bitirecek. Böylece, asırlardır top, tüfek ve diğer bütün güçleri ile yapamadıklarını hiçbir sıkıntıya girmeden yaptırmış olacaklardır.

Maalesef bunda da hayli mesafe katetmiş oldukları görülüyor. Sözde dini temsil eden, bu ilahiyatçıların, bu aydın din adamlarının televizyonlarda, açıkca ilmihal, fıkıh kitaplarının zararlarını tartışmaları bunun açık göstergesidir.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Asırlardır din, meallerden, Kur’an tercümelerinden değil, fıkıh kitaplarından, ilmihâl kitaplarından öğrenilmiştir. Dinimizi doğru olarak öğrenebilmek için, bu sağlam yolu devam ettirmemiz, çıkmaz yollara sapmamamız şarttır. Çıkmaz yollara sapan, kurda kuşa yem olmaya mahkûmdur! (Bu bölümdeki bilgiler, Hakikat Kitabevi’nin neşrettiği İSLAM AHLAKI VE TAM İLMİHAL SEADET-İ EBEDİYYYE kitabından derlenmiştir.)

---------------------------------

Teklif ve temennileriniz için:

This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.

www.mehmetoruc.com

 

 

Telif Hakkı © 2024 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.