BİR  BAŞKA  AÇIDAN  EKONOMİ(MİZ)

Murat Çiftkaya

MODERN ÇAĞIN insan zihnine aşıladığı en büyük zehirlerden birisi, hiç kuşkusuz, evreni ve hayatı bölümlere ayırıp onu bütünden koparması. Fizik, kimya, biyoloji gibi bilim dallarının her biri, hakikatın bir ucunu belki barındırıyor. Ama, filin kulağını, kuyruğunu, bacağını vs. tutup da fili onlarla izaha kalkışan körlere benzemekten kurtulamıyorlar. Hakikatı evrene gözü açık ve yukarıdan bakarak izah eden ve anlatan vahye kulaklarını kapadıkları sürece de bu durumda kalacakları muhakkak. Bu arada, ilkokuldan başlayarak eğitimin en “üst” düzeyine dek, parçalanmış bir evrene muhatap edilen ve her bir bilimle telkin edilen “tabiat”ların ağına dolanan akıllar ve kalbler, evrenin ve onun içindeki olayların anlamından, mesajından, hakikatından uzaklaşıyor.

“Pozitif” diye nitelenen bilim dallarının yanısıra psikoloji, sosyoloji, ekonomi gibi sosyal bilim dalları da bu telkinin bir parçası. Bu bilim dalları da, en azından halihazırdaki materyalist biçimleriyle, insanı, ulaştığı “tabiî kanunlar”ının ötesine taşımıyor; bu defa, kendilerini “sosyal tabiat” bataklığına sürüklüyor.

Meselâ, çok değil iki yüzyıl öncesine dek “ekonomi” diye bir bilim dalı yoktu, ama şu anda ekonomik teorilerle ve yorumlarla materyalizmin ve dünyevileşmenin en koyu yorumları salınıyor insanın üzerine. Modern ekonomi, güya her türlü değerden ve ideolojiden soyutlandığını iddia ediyor. Ne var ki, modern ekonomi, 19. yüzyıl pozitif materyalizminin eksik bıraktığını, sosyal hayatta tamamlamaya aday gibi görünüyor ve herşeye bilimsel bir edayla din karşıtı yorumlar getiriyor

Meselâ, insan nedir, diye soracak olursanız, modern ekonomiye göre, o, sırf kendi çıkarını gözeten ve bu çıkarları hep maksimize etmeye çalışan bir varlık. Homo economicus, diğer bir deyişle “ekonomik insan.” Üstelik, böyle bir insanın “rasyonel” yani akıllı, makul olduğu iddiasında modern ekonomi. Bütün dinlerin tebliğ ettiği, “İnsan şu gelip geçici dünya misafirhanesinde nazenin bir misafirdir ve önüne serilen nimetlerin örneklerini tatmakla, O’nu tanımak ve O’na sevgi ve şükran duygusunu ifade etmekle yükümlüdür” mesajı günümüz ekonomi anlayışının değil kabul, hayal bile edebileceği birşey değil. Aynı modern ekonomi, dünyaya baktığında rahmetli bir Rabbin, katındaki sonsuz nimetlerin örneklerini sergilediği ve insana sonsuz sevgisini ifade için depoladığı ve hazırladığı nimetleri görmüyor. Onun gözünde, dünya “sınırlı kaynaklar”dan ibaret!

İşin hayret verici tarafı, insanın ihtiyaçlarını güya sınırsız, sonsuz rahmetten gelen nimetleri de güya sınırlı gören modern ekonomi, bu durumdan kendisine vazife çıkarıyor ve “Sınırlı kaynaklar, sonsuz ihtiyaçlar bir problemdir ve bu problemi biz çözeriz” diyor. İnsanın ancak ahiret âlemlerinde ulaşabileceği cennet lezzetlerini ona bu dünyada sunmayı vaad ediyor. Bu sahte cennete ulaşmak için de daha çok tüketmeyi, ve daha çok üretmeyi teşvik ediyor. Ama ne pahasına? Modern ekonominin telkiniyle sürgit bir yarışın içine giren ve ihtiyaç kılıfı altında heves ve arzularının ardına takılan insan, kendisinden başka herkesi, herşeyi sömürmeyi meşru görebiliyor.

Fakat, nice zamandır dünya üzerinde kurulmaya çalışılan sahte cennetin gerçek yüzü daha iyi görünüyor. Çok değil birkaç onyıl öncesine dek devam eden ve Asya’ya, Afrika’ya reva görülen sömürgecilik, hemen her ülkede nüfusun yüzde 20’sinin toplam servetin yüzde 80’ini elinde tutması, bencilliğin acı meyveleri olarak karşımıza çıkıyor. Diğer taraftan, âlemdeki ince düzenin bozulduğunu gösteren çevre kirliliği, ozon tabakasının delinmesi, küresel ısınma ve sel, kuraklık gibi felâketler, her saat dünyaya veda eden nice hayvan ve bitki türü “ekonomik insan”ın diğer varlıklara ettiği kötülüğü gösteriyor. Bedeni teknolojik kolaylıklarda yüzmesine rağmen mutluluğa eremeyen insan ruhu, cennete ekonomik yollardan girilemeyeceğini haykırıyor duyan kulaklara. Modern ekonominin iddia ettiği rasyonelliğin irrasyonelliğin ta kendisi olduğunu kör gözlere gösteriyor. Bütün bu manevî ve maddî felaketler birer işaret aslında...

Kendisine şükürsüzlükle ve nankörlürle sırtını dönen insana, sabır ve rahmet sahibi Rabbi bütün bu işaretlerle hâlâ rahmet elini uzatıyor. “Kendi başına açtığı bütün bu felâketler, yanlış yolda gittiğinin delilidir. Tabiatperest gözlüğünü at, iman gözünü takın ve Bana yönel” mesajını veriyor. Rahman suresinde, ikram ettiği nimetleri sayıp tam otuzbir defa “Rabbinize hâlâ şükretmez misiniz?” diyerek kurtuluş yolunu gösteriyor.

Şükür için vakit hâlâ çok geç değil. Gelin görün ki, maddî gözler felâketi görüyor da, o felâketi ilâhî canipten insana gönderilmiş mesaj yüklü bir musibet olarak algılayamıyor.

John Kenneth Galbraith, ekonomi bilimine 20. yüzyılda ahlâkî değerleri katan ilk ekonomist olma ünvanına sahip birisi olarak The Good Society: The Humane Agenda (İyi [Hayırlı?] Toplum: İnsanî Gündem) isimli kitabı yazıyor. “Zenginler fakirlere yardım etmeli; gelir dağılımı adil olmalı; çevre bu kadar çok tahrip edilmemeli; silahlanmaya ayrılan bu servetler temel ihtiyaçlara harcanmalı, zengin ülkeler fakir ülkelere yardım elini uzatmalı” gibi birçok “ahlâkî öğüt”te bulunuyor. Ama “Çıkarından başka birşey düşünmeyen ekonomik insan neden servetine servet katmaktansa fakirlere yardım etsin ki?” sorusuna tek bir satırla da olsa cevap vermiyor.

Veremez de. Çünkü, kendisini âlemlerin Rabbinin sevgili bir kulu değil de “ekonomik insan” olarak gören bir birey, hayalî mülkünü genişletmekten başka birşey düşünmez. Çünkü, mal-mülkü kendisinin değil, gerçek Mülk Sahibinin görmeyen birisi, bütün semavî kitaplarda emredilen sadaka ve zekât emrine uyamaz. Çünkü, malın kırkta birini Allah adına verebilen, malın tamamının gerçek Sahibini tanıyabilendir. Servetin bizatihî ne kendisine ne de mirasçılarına değil, herkesin ve herşeyin Mirasçısı olan Allah’a ait olduğunu bilmeyen, o serveti her ne pahasına arttırmak için bütün semavî kitapların lânetlediği faiz ateşini yemeyi göze alabilir. İsterseniz, daha yakınlara, kendimize gelelim. Son birkaç zamandır, maddeten bir felâketin eşiğine geldiğimizi herkes görüyor ve kabul ediyor. Felâket, imanî bir dille ifade edilecek olursa, birer musibet aslında. Yani, geçmişteki hatalarımıza karşılık ilâhî canipten gönderilen birer uyarı mesajı. Ve gerçekte bir fırsat. Akılları imanla başımıza almak için, hatalarımızdan dönmek için, yeni yollar çizmek için altın değerinde birer fırsat...

Hiç kuşku yok ki, 1980’lerdeki gayretlerle biz de “ekonomik insan” olduk artık. Herşeye ekonomi penceresinden bakmak bize hiç yabancı değil. Şirketler kurup “Saldır ve büyü!” diyebiliyoruz. Hayatımızın tam merkezinde gelip geçici dünyevî endişeler duruyor. Nice dindar insanın “Başka çaresi yok! Büyümek, gelişmek için gerekli” diyerek faize bulaştığını, dindarların sahip olduğu nice şirketin işçilerine nasıl haksızlıklar yaptığını, malımızı şükre vesile olması için çoğaltacak yerde hırsla, nankörlükle başkalarının sırtına basarak yükselmeye çalıştığımızı biliyoruz. Bize sunulan onca nimete karşılık şükürle ve kanaatle değil, şikayetle ve kanaatsizlikle karşılık verdiğimiz bir gerçek.

Cömertlik, ikram, yardımseverlik... dinî kıssalarda kalmış birer uçuk ideal bizim için. Tüm zamanlara ve tüm topluluklara seslenen Kur’an’da defalarla bahsi geçen Medyen kavmini felâkete sürükleyenin ekonomik çıkarları uğruna ilâhî mesaja sırtlarını dönmesi olduğunu unutmuş gibiyiz. Belki dilimizle değil, ama halimizle onların Hz. Şuayb’a (as) dediğini her gün tekrarlamıyor muyuz? İmansızlığı ve bunun sonucu olarak ölçü ve tartıda adaletsizliği terketmelerini, iman ve tevbe etmelerini isteyen Şuayb Peygambere, Medyenliler “Atalarımızın taptığı şeylerden, yahut mallarımızdan ne dilersek onu yapmamızdan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?” (Hud; 88) diye karşılık vermişlerdi. İlâhî davete uymayan Medyenlilerin nasıl helâk olduğunu Kur’an celalli bir üslupla anlatıyor.

Ülke ekonomisinin saplandığı faiz batağının, israfın, bencilliğin, çıkarcılığın er geç herkesi yakacak olması, bu felâkette rıza göstererek ve inandığı gibi yaşamayarak da olsa herkesin bir payının olduğunu ispatlıyor.

Vakit hâlâ geç değil. Toplum olarak eşiğine geldiğimiz ekonomik felâket bize birşeyler söylüyor olmalı. “Şüphesiz bunda mutlak bir âyet vardır. (Fakat) onların çoğu iman edici değildir” (Şuara; 26) tehdidine dahil olmak istemiyorsak, bilinçli ya da bilinçsiz takip ettiğimiz “ekonomik insan” modelini bir kenara atıp Kur’an’a ve onun hakikatlı emirlerine imanımızı tazelemede acele etmemiz gerekiyor. cifkaya@yahoo.com  Zafer Dergisi 
Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri